Toplam Okunma 0

Geçenlerde bir arkadaşla sohbet ederken, bana, doktora tezlerinin aslında kişilerin kolay pes edip etmediklerini ölçmek için de planlandığına inandığını söylüyordu. Kişiler önlerine koydukları hedefe ulaşmak için ne kadar dayanabiliyorlardı zorluklara? Bu öngörü doğru mudur bilemem. Ama arkadaşın sözleri tüm doktora sürecimi, umutsuzluk, çaresizlik, boş vermişlik ve sonra gelen umut ve heyecanın tekrar gözlerimin önünden geçmesine yol açtı. Ve tezimin tam ortasında verdiğim bir kararı hatırlattı bana. İyi anımsıyorum, artık kaynaklarımı nihayet doğru bir sistematik içine oturtup bütünlüklü bir şeyler yazmaya başladığım yorucu bir günün sonunda duştayken, galiba becerebileceğim bu işi diye geçiyordu aklımdan ve yaşadıklarımı bir gün EEEH Dergi’de yazmaya o sırada karar vermiştim. Sanırım o gün tezimi bitirebileceğime inanmaya başlamıştım ve  “bir gün tezim bittiğinde” diye başlayan hayaller kurmak daha anlamlı geliyordu artık.

Değerli dostlar, aşağıda okuyacağınız satırlar tamamen kişisel bir yaşantının minik parçalarını anlatacak sizlere. Düşündüm ki, kendi tez sürecimi anlatarak benzer durumda olan arkadaşların yalnız olmadıklarını anlamalarına ve biraz kendilerini toparlamayı başarırlarsa, aslında bu işi bitirebileceklerini fark etmelerine katkıda bulunabilirim. Bir tek tez yazma süreci için değil, önünde uzun vadeli hedefler veya yapmaları gereken işler bulunan herkese bunun üstesinden nasıl geldiğimi anlatarak bir nebze destek olmak istedim. Yani buna ister bir biyografi deyin, ister bir kişisel gelişim süreci…

Yıl 2002, ay Temmuz. Bir çift ana dal programı öğrencisi olarak mezuniyet törenindeyim. Genel törende önce tüm doktora öğrencileri tanıtılıyor ve bir anons geliyor: “artık sizler de akademisyenlerin bir parçasısınız. Sizleri aramıza davet ediyoruz”. Ardından tüm doktora öğrencileri yerlerinden kalkıp öğretim üyelerinin bulunduğu alana geçiyorlar. Zaten akademisyen olmak hep bir hedefti benim için, ama o an “Bir gün mutlaka” diyordum sanırım. Birçok arkadaşımla konuştuğumda, onların da doktora yapmaya karar verirken, o mezuniyet anının büyüsüne kapıldıklarını hissettim.

Sonrasında yüksek lisans, birkaç yıl ara ve doktora süreci… Böyle başladı hikâye başlamasına ama bitişi o kadar kolay olmadı. Ders süreci ve yeterlilik aslında klasikti, her zamanki gibi derslere giriyor, projeler ve ödevler hazırlıyor, sınavlarda ter döküyorduk, ama bunlar genel öğrencilik hayatının bir parçası olduğundan, benim için normal geçiyordu, ne çok zor, ne çok kolay. Ama tez pek öyle değildi. Her şeyden önce tamamen yalnız olduğunuz bir süreç. Evet, tez danışmanlarınız var ve arada bir onlarla ilerleme toplantıları yapıyorsunuz, ama nihayetinde kendi disiplininizi kendiniz sağlamanız gereken, herkes ve her şeyden önce kendinizi ikna etmeniz gereken bir süreç.

Meselenin ilk aşaması konu seçimiydi. Bizim programımızda yeterlilik sırasında kafanızdaki tez konusunu da belirtmeniz gerekiyordu yazılı ve sözlü olarak. Bu nedenle bir yandan yeterlilik sınavına hazırlanırken, bir taraftan da acaba ne çalışsak diye düşünüyorduk hepimiz. Öğrenciyken duyduğum şu söz beni hep etkilemiştir: “Research is me search”. Yani İngilizce kelime oyunu: Araştırmak aslında kendini aramaktır diyor. Ben de bu alanda konu seçerken, kendimden bir şeyler olmasını çok arzuluyordum ve zihnim öyle çalışıyordu galiba. Sonunda şahit olduğum çamaşır makinesi olayı konumu seçtirdi bana.

Bir kör arkadaşımla konuşuyorduk. Evlerine çamaşır makinesi aldıklarından bahsediyordu. Sonradan öğrendim ki, çamaşır makinesi tamamen dokunmatikmiş. Alternatif ürünler mevcutken ve üstelik kendisi de bu makineyi aktif olarak kullanacakken, neden böyle bir seçim yaptığını hayretle sorduğumda, “O makine daha estetik görünüyormuş” demişti. Bu teslim olmuşluk neden kaynaklanabilirdi? Neden benim gibi biri için erişilebilirlik ve her şeyi engelsiz kullanmak bu kadar önemliyken, bazıları için görsellik ve estetik daha önemliydi? Neden görmenin hegemonyası farklı körleri farklı etkiliyordu? İşte bu sorular konumu seçmemi sağladı: “Kişilerin engellilik algıları ve bunu etkileyen faktörler”. Tabii başlangıçta çok uçtum. Bu işi hem kör, hem fiziksel engelli hem de işitme engelli kişilerle görüşerek yapmayı planladım, ama Allah’tan hocalarım biraz durmamı, kendime hâkim olmamı tembihlediler de, ilk etap için görme engellilerle projeyi daraltmaya karar verdik. Burada konu seçimi sırasında, gerçekten kişisel meraklarınızın ve motivasyonunuzun olması, işin daha bir parçası olmanıza yardım ettiğinden, halen bir konu seçecekseniz, bunu göz önünde bulundurmanızı öneririm.

Neyse konu seçildi, yeterlilik sınavı bitti, tez hocalarım belirlendi ve en büyük yanılgı dönemi de başlamış oldu: Her şeyin bitiği illüzyonu. Doktora öğrencileri bilir, yeterlilik sınavları epeyce streslidir. Bir öğrencinin girdiği son sınav olarak da bilinir ve türlü efsaneler duyarsınız yeterliliği geçemeyen kişilerle ilgili. O yüzden de buradan çıktığınızda, bir süre hiç eliniz kalkmaz yeni işler için. Bana da aynen böyle oldu. Sanki doktorayı bitirmişim yanılgısını uzun müddet yaşadım. Elbet çalışıyor olmam, başka işlerin yoğunluğu gibi sebepler de yok değildi, ama bence asıl sebep, tez için yapmam gerekli onca işin büyüklüğü karşısında duyduğum korku ve çekingenlikti. O kadar fazla kaynağı nasıl bulup okuyacaktım, Peki onca insana nasıl ulaşacaktım? Hadi ulaştım diyelim, yaptığım görüşmeleri nasıl deşifre edecektim, sonra bunun analizi var, tartışması var, Garip bir sürü tez kuralı var “Hayııııııır!”

En büyük zorluk, üzerinize üzerinize gelen tüm bu soru ve sorunlar oluyor. Ne zaman tezle ilgili bir şey yapmaya karar verseniz, televizyonda güzel bir film başlıyor:  Tüh şansa bak. Hadi ertesi gün yapayım diyorsunuz, ama işiniz de çok yoğun, başınızı kaşıyacak vaktiniz yok. Bir sonraki gün, ne hikmetse aileniz geliyor şehir dışından. Öyle ya, onlara vakit ayırmak yerine tezle uğraşılır mı hiç? Başka bir gün birden bire yeni kitaplar okuma aşkıyla doluyor içiniz. Diğer bir zaman aniden yeni meşgaleler çıkıyor karşınıza.

Yani teze ayıracak vaktiniz olamıyor her nedense. Ama bu sefer de farklı bir duygu kaplıyor yüreğinizi, ruhunuzu: suçluluk. Tezimi bitirmem gerekirken neden bunları yapıyorum? Tez kaynaklarımı okuyacakken, neden o romanı okuyorum. Veri toplamam gerekirken, neden film izliyorum? Hayatta başka şeyler yapıyorsunuz ama yaptığınızdan da zevk alamıyorsunuz. Hep o alttaki ses rahatsız ediyor vicdanınızı: “Senin bitirmen gereken bir tezin yok muydu?”.

Yalnız bu sefer de o sesi susturamadıkça, daha da vazgeçmeye başlıyorsunuz. Vazgeçtikçe, daha da bir teziniz olduğu fikrinden uzaklaşıyor, uzaklaştıkça daha da suçlu hissediyorsunuz. İşte bu kısır döngüyü kırmak veya kıramamak hayatınızın tezinizle ilgili kalan kısmını belirliyor. Kendimi şunları söylerken çok buldum Sevda’ya: “Artık okulu bırakmaya karar verdim. Sanırım ben bu işi yapamayacağım. Zaten herkes tez yapmak zorunda mı? Ben şu anki kariyerimden memnunum, niye kendimi yoruyorum ki?”

Sevda’nın sözleri belki de bu kısır döngüden çıkmamın en büyük anahtarını veriyordu bana: “Hakikaten istemiyorsan bırak tabii, ama yapamayacağını düşündüğün için bırakma”. Evet, asıl mesele buydu aslında. Tez tarzı bir uzun yolu dağın zirvesi gibi düşünün ve siz en aşağıdasınız. En tepeye baktığınızda oraya ulaşmak imkânsız gibi geliyor. İmkânsız geldikçe de vazgeçmeye başlıyor, vazgeçmenize türlü bahaneler buluyorsunuz. Hâlbuki o doruğa ulaşmak için, önce küçük kayalara, küçük tepelere tırmanmanız lazım. O küçük tepeleri hedeflediğinizde ulaşmak çok daha kolay. Yani nihai sonuca varmak için adım adım ilerlemek. Evet, asıl mesele önümdeki tezi bitirebileceğime inanmıyor oluşumdu sanırım. Zirve çok yüksekteydi ve oraya nasıl tırmanılabilir hiçbir fikrim yoktu. Kafamda işin nasılını net oturtamadığım için suyun içinde çırpınıp daha da dibe batıyordum galiba. Bu da beni gitgide tez sürecinden uzaklaştırıyordu.

Neyse, bu nasılı çok düşünmemeye karar verdim ve günlük basit hedeflerle yetinmeye başladım. Yaptığımız 6 aylık tez ilerleme toplantıları da küçük hedefler koyup yürüyebilmeme yardım etti diyebilirim. Çünkü her toplantı için bir şeyi bitirmeniz, bir öncekinden daha fazlasını sunabilmeniz gerekiyor. Her şeyden önemlisi, bu toplantılar sayesinde bir teziniz olduğu gerçeği ısrarla bastırmak isteseniz de zihninizin gündemine giriyor.

Ve bence en önemlisi, çevrenizde desteğini hissettiğiniz dostlarınızın varlığı. Sevda benim için en önemli destekti. Sonrasında, tez hocalarım, hiç kırıcı, hiç cesaret azaltıcı olmadılar. GETEM’de birlikte çalıştığım tüm dostlarım, bütün kaprislerimi çekmeyi başardılar.

Öyle böyle derken, literatür taraması aşamasını bir noktaya kadar getirip, veri toplamaya geçebildim sonunda. İlgili etik iznini de üniversitemizden aldıktan sonra, veri toplamak için duyuru yapmaya gelmişti sıra. Üyesi olduğum e-posta gruplarına tezimin konusunu kısaca anlatan bir duyuru gönderdim. Kişilerle bir buçuk ile iki saat arasında bireysel görüşmeler yapmak istediğimi söyledim. Benim için esas kırılma noktası burada başladı. 3 gün için 60’dan fazla kişi seve seve bu görüşmeye katılabileceklerini gerek e-posta, gerek telefon aracılığıyla bildiriyorlardı. Hem bu kadar kişinin geri dönmesi, hem insanların kendilerini anlatma istekleri beni halen duygulandırıyor. Buradan tüm katılımcılara tekrar teşekkür ediyorum. Onların isteği ve yüreklendirmesi olmasa, bugün böyle bir yazı yazamazdım. . Artık bu işin geri dönüşü olamazdı, tezim bitirecektim. Kısır döngü parçalanmıştı.

Esasında kısır döngünün yok olmasında biraz yumurta kapı ikilisinin de rolü yok değildi. Tez danışmanım Fatma Hanım iki yıl içinde emekli olacaktı ve o emekli olana dek tez bitmezse, sürecin başa sarma tehlikesi beliriyordu. Bu da elimi çabuk tutmamda etkili oldu bence. Ayrıca doktora öğrencileri uzun bir süre cuma seminerleri adı altında sürekli bir araya geliyorduk, o bir araya gelme süreci de tezin tamamen gündeminizden çıkmasını engelleyen, üzerine düşünmenize yol açan bir başka nokta oldu bana kalırsa.

Yaklaşık 2 buçuk ay içinde, günde ikişer üçer görüşme yaparak, 36 kişiden veri toplayabilmiştim. Bana kalsa devam edecektim, ama hocalarım artık durmam gerektiğini söylediler. Tüm görüşmeleri deşifre amacıyla kaydediyor, her katılımcıdan deşifre işlemini yapmak için bu kayıtları bir kişiyle paylaşacağıma dair izin alıyordum.

Bir taraftan kayıtlar deşifre edilip yazılı olarak hazırlanıyor, diğer taraftan en zor aşama olan analiz kısmı başlıyordu. Bu sırada inziva sürecine girdim. Tanıdıklarıma bir süre telefonlarımın kapalı olacağını, bana ulaşmaya çalışmamalarını tembihledim. O inziva süreci çok işime yaradı. Her an tezle uğraşmıyordum belki ama kafamdaki birinci gündem artık tezdi. Her gün bir ya da iki katılımcının deşifresini okuyor, bilgileri araştırma soruları doğrultusunda farklı dosyalara ayırıyordum. Yeri gelmişken belirteyim, aslında bir akademisyenin yeri kütüphane olmalı derdi hep tez danışmanım Fatma Gök Hocam. Haklıydı da. Ama ekonomik koşullar sizi aynı zamanda çalışmak zorunda bırakıyor. Çalışınca da akademik amaçlar gündeminizden çabuk düşebiliyor. O yüzden arada bir izin alıp inziva çok iyi geliyor. Her an bir şey yapmak için değil, bilinçaltınızın daha çok tezinize zaman ayırabilmesi için.

Tüm deşifrelerin analizi bittiğinde, inzivadan yarı yarıya çıktım. İşin zor kısmı bitmişti.

Bu sırada kendimi daha da bağlamak için, bir şey yaptım:  o yıl ki Kemal Özceyhan seminerlerinden birisinde tezimin genel sonuçlarını anlatacaktım. 2015’in Mayıs ayında bu seminer gerçekleşecekti. İşte bu seminerin sunumunu hazırlama süreci veri analizimi çok daha hızlandırmıştı. Ve o Mayıs ayında tam bir tez savunması yaptım desem yalan olmazdı. 3 saat boyunca tezimi anlatma, anlatırken, kendim de anlama fırsatı buldum. Artık doruğu görüyordum, ama önümde son ve büyük bir tepe daha vardı tırmanmam gereken.

Daha önce dedim ya, yanınızda size destek olacak, kendinizi yalnız hissetmemenizi sağlayacak biri çok iyi oluyor diye. İşte o son tepede Boğaziçi’nden öğrenci arkadaşım Eda yanımdaydı hep. Kendisiyle bir iş anlaşması yaptık, Ben tezi yazacaktım, o da yeni kaynakları bulmama ve gerekli format düzenlemelerinde bana yardım edecekti. Bunları ben de yapabilirdim elbet, ama hem esas yazıma konsantre olmak, hem de yalnız kalmamak istiyordum.

İşte 2015 yazı hem literatür taramasını son haline getirme, hem de son analizleri yaparak tezi oluşturma süreci oluyordu benim için. Literatür okuma ve taraması demişken, belki herkesin işine yarar düşüncesiyle kullandığım stratejiden birkaç bilgi vereyim. Her şeyden önce, başlangıçta biraz kaybolmak, dağılmak ve ilgili veya az ilgili elden geldiğince okumak gerekiyor. Okuduklarımın boşa gitmemesi için, her makalede önce önemli yerlerin altını çizerek, paragraf paragraf bir okuma yapıyordum. Sonrasında altını çizdiğim yerleri yeniden okuyarak, başka boş bir dosyaya o makaleyi kullansaydım, onunla ilgili nasıl bir özet yazardım hissiyle bir özet çıkarıyordum. Bu arada her okuduğum makalenin kaynakçaları yeni kaynaklar bulmama neden oluyor, bu şekilde dallanıp budaklanan bir literatür yığını önüme çıkıyordu. O süreci bir şarampolle yuvarlanma, bir dağılma gibi görürüm hep. İşin sonunun nereye gideceğini boş vermiş, her makalenin, her kitabın beni götürdüğü yere direnmeden, inatlaşmadan gidiyordum. Ama her makale de bilinç havuzuma bir damla daha bırakıyordu. Her seferinde bir ileri bir geri gidiyordum, ama bu gidiş gelişler yavaş yavaş azalıp beni belirli bir yöne doğru döndürmeye başlıyordu.

Bilinç havuzumda biriken damlalar an geldi ve eşiği aştı. Bir baktım ki, çıkardığım özetler artık daha sistematik bir bütünlüğe evriliyor, önümde her geçen gün daha belirginleşen bir yol ortaya çıkıyor. İşte önümde artık bir resmin belirdiğini yazının başında bahsettiğim o duş sahnesinde bilinçli olarak fark ettim galiba. Sanırım dağılma süreci bitmiş, keskin virajlardan kurtularak direksiyon hâkimiyetini tekrar kazanabilmiştim. Ama hâkimiyeti kazanmak için önce dağılmanın gerekli olduğunu da bu sırada anlamıştım. O fark ediş çok önemliydi. Halen önümde çoook uzun bir yol vardı, ama köprüyü geçmiştim, bulunduğum yerde spin atıp durmaya bir son vermiştim, navigasyon için rota çizilmişti, artık işin nasılıyla ilgili bir fikrim vardı. O gün anladım ki, hedefinize ulaşmanızdaki zorluk uykusuz geceler, çok çalışmanız, zaman bulamamanız gibi şeyler değil. Esas zorluk zihninizde nasılı oturtamamanız. Nasıl oturmayınca diğer her şey gözünüzde büyüyor. Ama nasıl netleşince, uykusuz geceler ve iş yükü yalnızca prosedür haline geliyor.

Bu prosedür öyle bir işledi ki bende, gece, gündüz, evde, serviste, kantinde, hava alanında, otobüste, trende, takside, kütüphanede bulabildiğim her yerde bir şeyler okuyor bir şeyler yazıyordum. Bana her yer kütüphane, bana her yer tez yazım alanıydı sanki. Nasıl kafamda netti, tek yapmam gereken kendi çizdiğim navigasyon rotasında 300 metre sonra sağa, 500 metre sonra sola dönmek, üçüncü kavşaktan çıkıp yoluma devam etmekti.

Ve bir gün İstanbul Ankara treninde, Eskişehir yakınlarındayken son paragraflarımı da yazmıştım. İlk tez taslağı hazırdı. Sonrasında o taslak çok çok değişti, üzerine birçok ekleme ve çıkarma yapıldı, ama benim için tez, tren Eskişehir’e doğru yanaşırken bitmişti, çünkü artık elimde bütünlüklü somut bir şey vardı.

Taslağın hocalara gidip gelmesi, geri bildirimlerle değişmesi, gelişmesi derken, 2015 Kasım ayı geldi çattı ve tez savunması günüydü nihayet. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Arkadaşlarım da beni yalnız bırakmayınca oldukça kalabalık bir grupla yaptık savunmayı. Her şey yolundaydı. Bundan sonrası Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün formalitelerini yerine getirmekle geçecekti.

Burada içimde kalan ukdeyi anlatmadan geçemeyeceğim. Tezimin en azından kapağını Braille alfabesiyle de hazırlamak istedim. Gerekli tasarımı yapmamıza karşın, bunu Sosyal Bilimler Enstitüsü’ne kabul ettiremedim bir türlü. Bürokrasiyi aşamadık nedense. Bende onlara istedikleri formatı verdim ama kendi tez hocalarım için hazırladığım kopyaların hem dış hem iç kapaklarını Latin ve Braille bir arada olacak şekilde hazırladım. Bir de YÖK’ün Ulusal Tez merkezi sayfasına bir kör olarak giriş yapmamızın güvenlik koduyla engellendiğini hatırlatayım. Sözün özü her yerde olduğu gibi, burada da değişik önyargılar ve erişilebilirlik sorunları karşımızda.

Her neyse, umutsuzluk ve çaresizlikten beni mutlu sona götüren şey, çevremdeki destek ağı ve adım adım hedef koyma stratejisi oldu diyebilirim. Bir de işin sonunda dağılmak ve savrulmak da olsa, oyunun içinde kalmak, sahayı terk etmemek. Sizler de umutsuzluğa kapılırsanız, işin sonundaki mutlu anı hayal etmeye çalışın zaman zaman. Ben şimdi 22 Haziran günü Boğaziçi Üniversitesinde yapılacak mezuniyet törenini bekliyorum. Ocak ayında süreç tamamlandı ve çıkış belgemi aldım, ama gerçek diploma haziranda veriliyor ve öğretim üyelerinin arasına bu törende katılıyoruz. 14 yıl önce hayal ettiğim gibi olacak mı tören bilemem, ama herkesin hayatının bir noktasında kendi mutlu sonunu yaratmasını dilerim. Unutmayın, önce kafanızda kendi kendinizi ikna edin, gerisi bir şekilde gelecek.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.