Bu günlerde çok sıkça duyduğum bir cümledir: "ah birazda olsa görsem" veya: "ah şu hayatta neleri kaçırıyorsun bir bilsen…"
Ya yetersizlikler ya da bazı insanların kendilerini fazla yeterli görmeleri midir, bilmem bu sözlerin kaynağı?
Gerçekten total bir kör olarak neleri kaçırıyorum? Ya da kaçırıyor muyum gerçekten? Kaçan neydi? Algının sınırları bu denli katı ve değişmez miydi?
Şuan 35 yaşındayım ve bundan 23 yıl önce bir manzarayı şaşkınlıkla izlemiştim. O zamanlar yatılı bir okulda öğrenci olarak eğitimimi sürdürüyordum. Sanırım
Aylardan da ya mayıs ya da haziran gibi bir vakitti. Güneş kırmızı ve sarının tonları arasında adeta bir gökkuşağı gibi ışıldıyordu. Aynı anda başımı doğuya
Çevirip baktığımda koyu bir maviliğin içinden ay görünüyordu. Bense küçücük bir çocuk olarak bir batan güneşe, bir yeni doğmakta olan ay'a bakıyordum.
Bu manzarayı bugün bile aynı canlılıkta anımsarım. Aradan birkaç yıl geçti ve yine ne tesadüf ki Karadeniz kıyısında başka bir okulda okuyordum. Kayıtlar geç olmuştu. O nedenle benim okula başladığım gün cumaydı ve ertesi gün tatildi. Erkenden uyanmış ve etrafı dolanmaya çıkmıştım. Pansiyonun karşısında kalan Okulun ön tarafına geçtim ve kırık pencerelerden birine çıkıp içeri atladım. Sabahın köründe okul bomboştu ve bu bana hem bir rahatlık veriyor hem de içten
İçe ürkütüyordu. Tiyatro sahnesini, kantini ve masa tenisini gördüm. Bir süre bu katta kaldım ve etrafımı dikkatlice inceledim. Daha sonrasında merdivenleri
Buldum. İki merdiven vardı. Birisi öğretmen ve çalışan personelin çıktığı ve daha düzgün olan ve bir diğeri de döne döne çıkan, öğrencilerin çıkış ve inişlerde
birbirini itelediği dar merdivenler. Bu dar merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladım. Her çıktığım katta birçok sınıf vardı ve o sınıfların bazılarına
girip etrafa bakıyordum. Katlar yükseldikçe; kat penceresinden görünen manzara yavaş yavaş değişmeye başlıyordu. İlk iki katın ardından üçüncü kata çıkmıştım ki…
Uzakta ve minicik bir mavilik gördüm. ogüne kadar denizin mavisini hep televizyondan görmüş biri olarak sevincimi anlatmam için herhalde çok iyi bir müzisyen
olmam gerekirdi, zira kelimeler böylesi zamanlarda çok kuru ve manadan uzak olabiliyor. Bu duygumu bugün anlatmak değilde, benzetmek isteseydim; herhalde
bir kar dolu avluya atlamak yahut bir kum deryasına yuvarlana yuvarlana dalmak gibi bir şey. Sapsarı kumlar, bembeyaz kar örtüsü, masmavi deniz ve yemyeşil
bir orman. Ne kadar canlı renkler ve ne hoş manzaralar öyle değil mi?
İşte tam bu noktada algının görsel yanlarına dair anlattıklarımın birde başka başka yönleri olduğunu ve çoğunluklada bu diğer yönlerin göz ile algılama olayına nasıl da kurban edildiğinden bahsetmek istiyorum.
Ünlü Fransız Düşünürü Diderot’nun kitabına kulak verelim ve Kör bir Marangozun neler dediğini okuyalım.
Diderot, ona zaman zaman tekrar görmeyi isteyip istemediğini sorduğunda marangoz, içinde yaşadığı gerçekliğin bilincinde olarak şu yanıtı verir: “Bütün
yolları denediğim halde yine de erişemiyeceğim bir şey dilememi istiyorsanız, bir çift göz yerine her yere ulaşabilecek kadar uzun bir kolum olsun isterdim;
Çünkü siz yıldızlara bakarken dürbün bile kullansanız onları yine de tam olarak anlayamıyorsunuz. Hâlbuki elim oraya uzanabilmiş olsa, orada olan biteni
sizden daha iyi anlar, bunu size de anlatırdım”
http://www.getem.boun.edu.tr/download.php?folder=MetinTurkce/HomerostanAsikVeyseleTarihVeToplumYasamindaKorler&file=001-HomerostanAsikVeyseleTarihVeToplumYasamindaKorler.rar
Kokuların, dokunuşların ve seslerin en önemlisi de hayallerin ne kadar derinlikli ve kendine özgü olduğuna öyle güzel bir örnek ki yukarıdaki sözler, şu an kafamda olmasada şapkamı çıkarıp altına imzamı atıyorum.
Bundan 23 yıl önce görmüş olduğum manzaranın yanında buna eşlik eden hiçbir koku, dokunuş yahut ses anımsamıyorum. Aynı şekilde, katlarında dolandığım ve en üst katında, adeta nirvanaya ulaştığım o deniz manzarasının da başka bir özelliğini anımsamıyorum.
Kanımca algı ve gerçeklik üç boyutlu ve insanda bilinen beş duyu ve artı hayal gücü var. Tıpkı bir zarın yüzeyleri gibi. İnsan olarak bir zara baktığımızda onun tüm yüzeylerini aynı anda ne görebiliyor nede ona dokunabiliyoruz. Ancak bu durum bizim üç boyutlu dokunmamızı, duymamızı yahut görmemizi kullanarak bütüncül bir şekilde algılamamıza mani değil.
O halde niçin insanlar birbirine duyular ve edinilen bilgiler üzerinden böyle anlamsız ve içten içe üstünlük duygusuyla yaklaşıyor ve ilk paylaştığım o sözlerdeki gibi; "ah şu hayatta neleri kaçırıyorsun bir bilsen…" türünden lakırdılar ediyor?
İnsan nasıl ve hangi duyularla algılıyorsa o duyuları ön plana çıkıyor ve bilgiyi daha iyi yorumlaması adına, beynimiz muazzam bir fırsat sunuyor. Şu ya da
bu duyuyu üstenci bir dille öne çıkartma yahut diğer duyuların çıktılarını bilmeden o duyuları örtük yahut açık şeklinde öteleme tavrı bana oldum olası itici, kibirli ve indirgemeci bir bakış açısı gibi gelmiştir.
Bugün ıhlamur kokusunu duyduğum bir sokak, Saroz'da yüzdüğüm denizin tuzu, Afyon'da sabaha karşı çadırımda uyandığımda duyduğum binlerce kuşun sesi ve daha neler neler. Artık ortalama olmak takıntısından beyinlerimizi kurtaralım. Ortalama olmakta olmayı hayal etmekte öyle manasız geliyor ki şuan. Farkında mısınız?
Bilmem, ortalama bireyler ne duyduklarını, ne gördüklerini, ne dokunduklarını, ne tattıklarını nede kokladıklarını öyle derinlemesine ve hakkıyla yorumlayabilirler.
Çünkü herşey demek aynı zamanda hiç bir şey demek manasına gelir çoğu kere. “ortalama yahut normal olmak” bunca pohpohlanır yahut özenilir lakin kimse
bu gerçeği fark etmez. Ortalama olmak insanın kendi olamaması demektir, ortalama olmak kendi biricikliğimizi fark etmeksizin ruhlarımızı adeta yığınlaştırmak
demektir ve eğer tüm bunların farkında değilsek sanırım birazda robotlaşmak demektir ortalama olmak.
Duyuları karşılaştırmak ya da birinin diğerlerinden daha iyi yahut daha yetersiz olup olmadığını yorumlamaktansa, algının hayal dediğimiz o soyutlama gücüyle, tek bir duyuyla bile insan tarafından sonuna kadar ve katıksız şekilde algılanacağına inanıyorum. Evet, bir şeyleri kaçırıyoruz ama kimin neyi kaçırıp kaçırmadığı noktasında benim ciddi kuşkularım var ve kaçan balıkta, kaçamayanda ızgara diyorum.
Farklılıklarımıza sahip çıkalım ve dayatmacı, eksikçi dil zorbalarına algılarımızı yedirmeyelim.