Bazen yanımda ansızın birisi peyda olur… İnsan yaklaşmadan önce bir ses çıkarır, öksürür mesela. Ama yok, illa sinsice yaklaşacak ve gökten inmiş gibi birdenbire önümde belirecekler…
Evimin olduğu sokağa dönerken biraz yavaşladım; artık iş dönüşlerinde hava kararmamış oluyor; güzel tarafı, insanda hala gün bitmemiş hissi uyandırıyor ve böylece enerji veriyor. Ben de bunun etkisiyle eve gidip güzel bir kek yapma hevesine kapıldığımdan, bir an önce eve ulaşmak istiyordum. Yalnız, akşam güneşinin delici ışıkları, tam karşımdan geliyor, gözlerimi, hayır sadece gözlerimi değil beynimin iç kıvrımlarını hedef alıyordu, kaşlarımda ve şakaklarımda müthiş bir ağrıyla, tek elimi gözlerimin üstünde siper etmeye çalışarak, sıkı sıkı yumulmuş gözlerimle ve çatık kaşlarımla zar zor yürümeye çalışıyordum.
Komşu amca, ürkütüp de kaçırmak istemediği bir kuşa sessizce yaklaşan bir çocuk muzipliğiyle yanıma sokulup burnumun ucunda bitiverdiğinde, onun acıklı bir sesle sorduğu soruyla karşılaştım: “Nasılsın kızım?”
Görmüyor mu ki evime gitmek için uğraşmaktayım? “Nasılsın?” demenin sırası mı şimdi? İdareten, “İyiyim teşekkürler” dedim. Devam etti amca: ”Ben seni her gördüğümde çok üzülüyorum.” Yürüyüp uzaklaşıyordum ki, yine devam etti: “Allah sana kolaylık versin, ben sana çok üzülüyorum…”
Bunları duyunca durdum, güneşi arkama alacak şekilde döndüm, içimden ciddiyetsiz bir ses haykırıyordu: “Eyyyy dayı! Sen kimsin ya?!”
Yine de bir tarafım bu adamı ciddiye alıyor ve ona laflar hazırlıyordu: “Sen kim oluyorsun da bana üzülüyorsun? Asıl ben sana üzülüyorum, ‘Gel yer değiştirelim,’ desen, ben senin yerinde olmak istemem, senin için üzülüyorum evet, aç ve sefil bırakıldığın için değil, onursuz ve gurursuz yaşatıldığın için değil, on üç yaşındaki kızını adamın birine nikâhsız falan verdiğin için de değil, ben bunlar için hep sisteme kızdım. Seni cahil ve aç bırakan doymak bilmez bir avuç insana kızdım, sana üzülüyorum çünkü anlamıyorsun, hiç ‘İnsan nedir?’ diye sormamışsın mesela, hiç kendi aklınla düşünmemişsin; ne bileyim, hiç Raskolnikov’la konuşmamışsın, Raskolnikov da seninle hiç konuşmamış mesela… Anlamıyorsun değil mi? Anlamadığın için üzgünüm ve üzgünüm ki sen karanlığa, haksızlığa ve eşitsizliğe ‘hayır’ diyemediğin için ben de üzülüyorum, sen benim sırtımdaki yüksün, israf ettiğin oksijene üzülüyorum.”
Tiradımı bitirip, nasıl eve vardım bilmiyorum; üzerimde bu tatsızlığın ağırlığıyla giriştim kek yapmaya ve başladım kekle konuşmaya:
“Gördün mü?” dedim “Nasıl sinirimi bozdu benim?”
Yumurtayla karışmaya çalışan şeker, çıtır çıtır sesler çıkararak cevap verdi bana: “Sen de ağır konuştun ama. Aşağıladın zavallı adamı, küçümsedin!”
“O aklına geldiği gibi konuşuyor da, ben konuşunca mı sorun oluyor?”
“Buldun aciz adamı kırdıkça kırdın, özünde kötü bir niyeti olmadığını sen de biliyorsun…”
“Bu yüzden her şeyi yapmaya hakkı var mı yani?”
“Hayır ama bu denli incitmen gerekmezdi onu, ailen seni özgüvenli yetiştirmiş, sorgulamışsın, ‘hayır’ demeyi öğrenmişsin, kız çocuğusun diye evlere kapatmamışlar seni, okumuş meslek sahibi olmuşsun, sevmiş sevilmişsin, saygı görmüşsün… Peki ya o adam? Onun hangi koşullarda doğup büyüdüğünü biliyor musun? Hiç koşulsuzca sevilmiş mi? Hiç koşulsuzca saygı görmüş mü acaba?”
“Yeter artık! Sen çok hüzünlü bir kek oldun, haydi fırına.”
Fırından eve tarçın kokuları yayılmasını beklerken, buram buram hüzün yayılıyordu her köşeye. Duymazdan geldim; soğuttum aldım kekimi, ısırdım bir parça, o da ne? Bir gurme gibi dilimin üstünde gezdirdim de keki, hüzün tadı vardı bu kekte. Bu böyle olmayacaktı, aklım ve vicdanım el birliği yapmış, kek kılığına girmiş rahatsız ediyordu beni. Güzelce dilimledim ve bir tabağa doldurduğum hüzünlü keki alıp dayandım komşunun kapısına.
İçeri buyur ettiler, girdim; uygun bir dille özür bildirecektim. Başladım hayatın her birimiz için zorluklar barındırdığından bahsetmeye. Sonra amca sözü aldı, yine en dokunaklı sesiyle: “Üzülme kızım” dedi, tam da “Anladı,” derken, meğer amacı beni teselli etmeye kalkışmakmış; şöyle devam etti: “Sen cennetlik bir insansın, bu zorluklara katlanıyorsun ya, Allah seni cennetine koyacak, bu kötü durumun sana bir ödül aslında, Allah sana cennetini verecek.”
“Ya ben inanmıyorsam?” dedim.
Beyninden vurulmuşa döndü; ilk kez sözlerim ona ulaşıyor ve bir anlam ifade ediyordu.
“Eğer öyleyse…” dedi, “İşte o yüzden Allah seni cezalandırmıştır.”
“İnanıyorsam ödül, inanmıyorsam ceza, öyle mi?” dedim, ama boşuna.
İçimdeki Nietzsche cevap verdi bana: ”Sen bu kulaklara ağız değilsin.”
“Size afiyet olsun, ben gideyim,” dedim ve evime çıktım; tezgâhın üstünde hala bir tepsi dolusu kek…
Sindirimi kuvvetli arkadaşlara çağrımdır: Hüzünlü kek yaptım, gelin de yiyelim.