Sabah erken kalkmak için güzel bir neden; yolculuk...
EGED'in düzenlediği, Türkiye'de ilk kez ulusal düzeyde gerçekleşen, Görme Engelli Öğretmenlerin Sorunları ve Çözüm Önerileri Çalıştayı'na katılmak üzere Ankara'ya gidiyorum. Bu çok önemli projenin bir katılımcısı olmanın yanısıra beni heyecanlandıran bir şey daha var: Daha önce tek başıma uçak yolculuğu yapmış olsam da otobüsle şehirlerarası yapacağım ilk yolculuk bu.
Giyindim, süslendim, mutluyum. Her günkünden farklı bir şey yapmak veya yeni bir şey deneyimlemek anksiyeteyle karışık bir haz yaratıyor bende. Bir de bunun üstüne sabahları zihnimin aşırı çalışması eklenince bir tür uyuşturucu etkisindeymişim gibi yüzümde sebepsiz bir gülümsemeyle çıkıyorum yola.
Sabahın yedisinde, sırtımda çanta, zihnimdeki nehrin akışını izleyerek yürüyorum. O kadar hızlı akıyor ki, bir düşünceye tutunmak imkansız; alakalı alakasız demeden akıyor düşünceler, ben de sadece izliyorum: İçimdeki arzunun sebebi bilinmez olanın çekiciliği herhalde derken, nehir metaforum yola dönüşüyor: Ama hangi yol bilindik ki? Hiç çıkılmayan yollar bilinir sadece, daha doğrusu bilindiği zannedilir. En iyi bildiği yerde yanılır insan. En iyi bildiği yerde şaşırtır insanı hayat. Yaşamın ve yolun güzelliği de budur. Yaşama felsefesinin estetiğinden bilgi felsefesine geçişim de aynı hızda oluyor: İlerledikçe açılır yol, her öğrendiğin bilmiyor oluşunun bilgisidir ve yedikçe acıkır insan; benim güzel çelişkim! Doymuyorum yaşamaya. Kafamdaki bu şarkı da nereden çıktı; "Yürüyorum hasretin, acının üstüne..." Yine olsa yine yürür müydüm? Evet...
Ama en iyisi bunları yolda düşünmek, çünkü küçük bir sorunum var; ve eğer bu dağınık düşüncelerden hemen çıkmazsam büyük bir soruna dönüşebilir her an. Okuyucunun bu soyut akıştan sıkılıp yazıyı okumayı bırakmasının yanısıra beni Ankara'ya götürecek olan otobüsü kaçırmak gibi bir riskim de var. Çünkü otogara gitmek için servise bineceğim şubenin önüne geldiğimde fark ediyorum ki, bulunduğum caddeden çok sayıda dolmuş ve servis aracı gelip geçiyor ve yolcu alıyor. Bu karmaşa pek hoşuma gitmiyor. Otobüs firmasının müşteri hizmetlerini arıyorum. Beklemekte olduğumu ve adımı söyleyip, servisin beni almadan gitmemesi gerektiğini hatırlatıyorum. Bir süre sonra bir araç yanaşıyor, şoför kapıyı açıp "Meral Hanım?" diye seslenince hiçbir karmaşaya maruz kalmadan ve kimseyle fazladan diyalog kurmak zorunda kalmadan biniyorum servise.
Her şey yolunda. Otobüs yolculuğum boyunca Ahmed Arif'in Leyla Erbil'e yazdığı mektupları okuyorum, kısa notlar alıyorum. Mola yerine geldiğimizde inip biraz hava almak istiyorum. Döndüğümde koltuğu rahat bulabilmek için, koltuğun baş kısmına zincir şeklindeki kolyemi asıyorum; koridorda ilerlerken koltukların baş kısımlarına hafifçe dokunduğumda elime gelecek şekilde yerleştiriyorum. Geçmiş yılları düşünüyorum da, oturduğum yeri tekrar bulamam diye yerimden kalkmadığım çok olmuştur. Şimdi çok saçma ve garip geliyor o davranışlarım bana. Böyle bir formül bulmasaydım da sorardım zaten. Yine de otobüs her durduğunda inip alabildiğim kadar temiz hava almak ve bu arada isteğim dışında kimseyle konuşmamak hoşuma gidiyor.
İstanbul'dan uzaklaştıkça hava soğuyor, uzun bir mola için otobüsten indiğimde karşılaştığım dondurucu soğuk için bir sorumlu arıyorum. Çok geçmeden de buluyorum: Sevgili Burak Sarı. Evet, bana havaların normal olduğunu, ince bir kazak veya gömlek giyilebileceğini söylediği için, telefonumu çıkarıp sorunumu iletiyorum. Mola yerlerinin soğukluğu ve yalnızlık üzerine şairane bir şeyler yazmak istesem de "Kırsal soğuktur" yazmakla yetiniyorum. Sorumluluk sahibi arkadaşımızın "Alırız sana kalın bir kazak" demesi üzerine sakinleşiyorum biraz.
İnanmayacaksınız ama sonrasında da işler yolunda gidiyor, otobüs firmasının görevlileri ve sonrasında Ankara halkından karşıma çıkanlar son derece nazik. Ne yalan söyleyeyim bir yandan da bir malzeme çıksa da dergide yazsam diye bekliyorum ama hiç kimse "Sen" diye hitap etmiyor bile... Acemi şansıdır belki; ilk kez geliyorum Ankara'ya.
Metronun Yüksel Caddesi çıkışını sorduğum bir üniversite öğrencisi de "Ben de oraya çıkıyorum" deyince, akademik bir sohbet eşliğinde son derece uzun ve karmaşık yolu beraber yürüyoruz. Metrodan yeryüzüne çıktığımda anlıyorum ki soğukla imtihanım henüz bitmemiş. Çıkar çıkmaz sert bir rüzgar saçlarımı savurmaya başlıyor; "Ankara soğuk kalacak aklımda" derken Burak geliyor ve beni bir şeyler içebileceğimiz bir yere götürüyor; o andan itibaren soğuğu hissettiğimi hatırlamıyorum. Sanki yıllardır Kızılay'da buluşup aynı mekana gidiyormuşuz gibi rahat hissediyorum. Burak çok iyi bir ev sahibi. Tuvaletin önünde beni tam altı dakika beklediğini söylemesini ve Nejima'da bana yalancı demesini saymazsak, dünyanın en sıcak karşılamasıydı. Sıcak ve soğuk işine bu kadar takmam boşuna değil, zira ben oradayken Ankara'ya kar yağdı. Evet, nisan ayında kar yağdı.
Çalıştayın yapılacağı ve konaklayacağım otele döndüğümde benim güzel çelişkilerim başımı döndürmeye devam ediyor; birkaç saatlik uykuyla onca yol gelmiş biri olarak üzerimde yorgunluktan eser olmayışını, "İnsanlar yormayınca demek..." diye açıklıyorum kendi kendime.
Önceden bir bilgilendirme eğitimi yapılmış mıdır bilmiyorum ama otel görevlileri harika. Olması gerektiği gibi daha doğrusu. Yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyorlar "Hayır" dediğimde uzatmıyor; yardıma ihtiyacım olduğunu söylediğimde ise kolunu uzatıp "Koluma girebilirsiniz" diyorlar. Evet, çok basit bir şey ama insan hayret ediyor doğrusu. Karşılıklı olarak fazladan cümle kurmuyoruz, bana odamı gösteren görevli, kısaca odayı tarif ediyor, prizlerin yerini vs. dokundurarak gösteriyor... Kafede yemeği getiren görevli, "Tabağın sağında şu var, solunda bu var" diye söylüyor. Hiçbir görevli mesafeyi aşmıyor, sohbet etmeye çalışmıyor, sorular sormuyor... Gerçekten sormak istiyorum: Bu saydıklarımı yapmak mı daha zor yoksa yapmamak mı? İşime karışılmayınca, müdahale edilmeyince ve en önemlisi de göz hapsinde hissetmeyince çok daha hızlı öğreniyorum içinde bulunduğum mekanı ve çevreyi. Bir hafta kalıp da otelde tek başıma odaya gitmeyi öğrenemediğim çok olmuştur. Oysa burada odadan lobiye, yemek salonuna, kafeye, seminer salonuna, sigara içebileceğim alanlara ve tuvaletlere tek başıma gitmeyi çok hızlı öğreniyorum.
Sonraki günlerde de otelde evimde gibi rahat hissediyorum. Bunun çok önemli bir nedeni de dostların arasında olmak. Kimileri orada tanıştığım, çoğu da tanışmadan tanıdığım dostlar. Meslektaşlarım, yoldaşlarım... Hem birbirimizden çok farklı hem de pek çok bakımdan ortağız. Bir de dergimizin ismi bilinmeyen ortakları var. Dergimizin okuru olan, sesimizi duyan, sesimize ses veren, varlıklarından haberdar olsak da her zaman yüzyüze görüşme imkanı bulamadığımız dostlarla sohbet etmek, yazılardan konuşmak çok güzel.
Yoğun geçen çalıştay programının ardından hala herhangi bir yorgunluk hissetmediğimi fark ediyorum. Yapılan çalışmalara ve sonuç raporlarına dair bilgi edinmek isteyenlerin, EGED'in web sitesini ve ilgili hesaplarını takip etmelerini öneriyorum. Başarılı bir organizasyonla gerçek bir ihtiyaca hizmet eden ve hak temelli mücadelemizde bir adım daha atmamızı sağlayan Eğitimde Görme engelliler Derneği'ni ve katılımlarıyla destek veren herkesi bir kez de buradan kutlar ve kendilerine teşekkür ederim.
İstanbul'a dönüşte gece yolculuğunun huzuru eşlik ediyor bana. Ankara'ya giderken başladığım kitabı bitiriyorum. Ahmed Arif'e kızıyorum biraz. Leyla Erbil'i ise tanımıyorum. Zihnimin derinliklerinde kaybolmaya devam ediyorum. Gecenin ikisinde bir de Esenler Otogarı'nda kaybolmayayım diye beni almaya gelen kardeşlerimle buluşunca kendimi yeniden güvenli limanımda hissediyorum; onların tanıdık seslerinden yayılan sıcaklığın huzuruyla arka koltuğa yayılıyorum. Yüzümde iki sabah öncekine benzer bir gülümsemeyle eve dönüyorum. Saat üç. Zihnimdeki nehir donmuş. İstanbul Ankara'dan daha mı soğuk ne?
Yoruldum galiba ama; hayır, dinlenmek istemiyorum! Sadece üşüdüm. Eve gelir gelmez uyumak için güzel bir neden..