Merhabalar sevgili dostlar. Öncelikle bu değerli derginin engellilik mücadelesindeki yerinin çok önemli olduğunu söylemem gerek. Bu değerli derginin kuruluşunda ve yaşatılmasında emek veren tüm dostlarıma saygılarımı ileterek yazıma başlamak isterim.
Sırça köşk misali Toplumsal karanlık hafızanın beton duvarlarına boynuzla saldıran ve farklılıklarıyla en temel hak, yaşama hakkıdır düşüncesinden doğan mücadele alanlarında yer almak dileyen, bize ufkun kapılarını açan bu aydınlık dergiyi ilk sayısından itibaren takip ediyorum. Bana körlüğün sadece insana dair bir farklılık olduğunu, birey olmanın bütün hakları beraberinde getirdiğini özümseten bu aydınlık dergiye ben de bir yazı yazmayı çok istedim. Derginin içeriği o kadar zengin ve doyurucu ki bu denli kaliteli bir dergiye yazmaya çok istememe rağmen bir türlü cesaret edemedim.
Kendimden kısaca bahsedecek olursam, Trabzon ili Akçaabat ilçesinde bir devlet hastanesinde klasik mesleğimiz olan santral memuru olarak çalışıyorum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Aynı üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenim hayatıma devam ediyorum. Neyse bu kadar uzun bir girizgâhtan sonra yazının konusuna gelecek olursam başlığın oldukça ilgi çekeceğini düşünüyorum, “Köyde Kör Olmak”
Evet nasıldır köyde kör bir birey olarak yaşamak? Birazcık bahsetmek isterim size kendi penceremden. Her canlı gibi körlerin de bir dünyaya geliş süreci vardır. Benimkisi birazcık umut, çokça umutsuzluk yaratan bir dünyaya geliş macerası sevgili okuyucu. Anne, baba ve biri kör iki kız kardeşten, babamın deyişiyle bir buçuk, oluşan şirin bir aileye bekleniyordum ben büyük umutlarla. İşte ben bu sevimli aileye hem erkek hem sağlam bir fedai olarak gelecektim. Ta o zamanlardan kalma bekletmeği hiç sevemedim. Çarçabuk dünyaya geliverdim. Ebeliğimi yapan sevgili babaannem, “Çok şükür bu erkek” deyince, bunu işiten babam silahını eline aldığı gibi köy meydanına çıktı ve büyük bir şenlik başladı. Zavallı babam ne bilsin başına geleni, ne bilsin uğruna şenlikler yaptığı erkeğin aslında hiç de onun istemediği bir farklılığa sahip olduğunu. Neyse babamı daha fazla bekletmeyelim. Sevgili ebem yani babaannem, köydeki şenliği bitiren haberi verdi. “Kahraman erkeğimiz kör doğdu”. Haberi alan babam ve silahşorlar, deyim yerinde olur burada, buz kestiler. Nasıl kahrolmasınlar? Kahraman erkeğin kör olmasına mı üzülsünler, onca merminin ziyan olmasına mı? Diğerlerini bilmem ancak sevgili babamın istediği gibi bir kahramana sahip olamamasına daha çok üzüldüğünü söyleyebilirim. Takke düşmüş, kısa saç gözükmüştü Artık. Babamın deyişiyle Bir buçuk kızdan sonra kahraman olarak beklenen ben, kör doğmuştum. Aslında babamın bana haksızlık ettiğini düşünüyorum. İsteseydi pekâlâ ben de istediği şekilde bir kahraman olabilirdim. Abartısız yazıyorum, benim kör olarak doğduğumu öğrenen babam ve ailenin neredeyse tamamı, köyde bir hafta yas ilan ettiler. Hatta sevgili teyzem şöyle bir öneride bulundu anneme: “Bir hafta süt vermezsen ölür, üzülme.” İyi ki annem dinlememiş teyzemi, yoksa benim gibi naif bir insan dünyada olmayacaktı.
“Köyde kör bir çocuk olmak…” Ben, köydeki kör çocukların şehirdekilere oranla daha özgür yaşadıklarını düşünüyorum. Kendimden örnek verecek olursam, ben baston kullanmadan köyde dilediğim yere özgürce gidebiliyordum çocukluğumda. Bundan, baston karşıtı olduğum anlaşılmasın. Keşke bütün görme farklılığı olanlar bastonu ve Braille yazıyı çocukluktan itibaren özümseyebilse, çok daha verimli, kalifiye bir yaşam olurdu bizim açımızdan. Ben, çocuk olmanın mutluluğunu çok tattım diyemiyorum maalesef. 14 Yaşıma gelinceye dek, neredeyse dünyadan bir haber yaşadım diyebilirim. Bir taraftan da okula giden çocuklara imrenmiyor değildim. Öyle ki, okula giden kardeşimin peşine takılıp okula gidiyordum ancak o zamanki öğretmenin yaklaşımını hâlâ anlayamıyorum. Beni okula almıyordu, Ben de okulun kapısında biraz bekleyip eve dönüyordum. Bir süre sonra, bundan da vazgeçmek zorunda kaldım. Ta o zamandan belliydi, bu dünyanın bana biçtiği rolü kabul etmeyeceğim. İyi ki etmemişim.
15 Yaşıma gelmiş, okula gitmek isteyen ve yine ailesine karşı atağa geçen ben, bir radyo programında körler için İstanbul’da bir okulun var olduğunu duydum. Şimdi yazarken bile hissettiğim o heyecan bambaşka bir duyguydu. Tabii o zamanlar teknoloji, bu kadar hayatın içinde değildi. Radyodan başka, dünyayla bağlantı kurabileceğimiz bir araç yoktu. Ben kara kara düşünmeye başladım, nasıl bu okula ulaşabilirim diye. Günlerce düşündüm bu şekilde. Bir sonuç elde edemeyeceğimi anlayınca hiç umudum olmasa da konuyu aileme açmaya karar verdim. Önce anneme anlattım, “Anne” dedim. “İstanbul’da bizim için okul varmış. Babama söylesen, oraya beni gönderse.” Annem de benim gibi heyecanlandı. Hemen anlattı durumu babama. Babam, sözünü bitirmeden kestirip atmış. “Ben gözüm açık buradan Akçaabat’a gidemiyorum, o nasıl İstanbul’a gidecek? Orada tek başına okuyacak?” Annem ısrar etmiş tabii, “Canı sıkılıyor evde. Sorsan, bir araştırsan, yatakhaneli olursa, yollayabiliriz” demişse de, babam Nuh demiş, bırakmış. “Canı sıkılıyorsa, eline kazmayı alsın, tarlada toprağı kazsın” deyip konuyu kapatmış. Eee benim de bu konuyu araştırma imkânım olamayacağına göre, bu düşünceden de vazgeçmek zorunda kaldım. O günden sonra, okuma ve okula gitme hayalimden tamamen uzaklaştım. Böylece, 17 yaşıma gelmiş oldum.
Evin içindeydim ve bu durumdan bir şekilde kurtulmalıydım. Bu sefer de aklıma köy kahvesine gitmeyi koydum. Kahveye gitmek istememdeki amacım, evden dışarı çıkmak, yeni insanlar tanımaktı. Çıktım. İlk gün nasıl olacak, nasıl karşılanacağım düşüncesinin heyecanıyla gittim ki kahve kapalı. Geri dönmek zorunda kaldım. Dönüş yolunda karşılaştığım insanların şaşkınlıklarını bağırarak ifade etmeleri çok etkilemişti beni. O tepkilerden sonra, bir daha sokağa çıkabileceğimi düşünmüyordum. Uzun bir süre de çıkmadım ancak toplum cehaletine mahkûm olmamaya kararlıydım. Günlerden bir gün, kahveye gitmek için yine evden çıktım ve Yine hayretler içinde bağırarak tepki veren insanların arasından geçip kahveye vardım. Kahvenin önündekiler beni görünce, hemen içeri aldılar ve tek tek sorguladılar. “Nereden geldin? Kimin oğlusun? Yolunu mu kaybettin?” Buna benzer bir sürü soru içinde kalakaldım. Yarım yamalak adımı söyledim ve kimlerden olduğumu anlatmaya çalıştım. Yolumu kaybetmediğimi, kahveye oturmak için geldiğimi söyleyince, fırçayı yedim tabii ki. “Görmüyorsun, evden niye çıktın?” dedi amcanın biri. Ona bir şey diyemedim tabii. O günden sonra, sürekli kahveye gitmeye başladım. Zinciri kırmıştım yani. Kendimce sosyalleşmenin ilk adımını atmış oldum böylece. Kahvehanenin bana hiçbir faydası olmadı diyemem. Çok zamanım ziyan oldu. “Kahvede nasıl zaman geçiriyordun?” diyeceksiniz haklı olarak. Adı üzerinde, kahvehane burası. Zaman geçirmek için oyun bilmek, oynamak gerek. Bense sadece gidip çoğu zaman kimsenin gelip oturmadığı bir masaya oturuyordum tek başıma ve oradaki insanların birbirleriyle iletişimlerini dinliyordum. Şimdi düşünüyorum da ne kadar gereksiz seslerle kulak kirletmişim! Yaklaşık üç yıl bu şekilde geçti.
Yine kahveye gittiğim bir gün, bir yakınımız bana Trabzon’da bir derneğin olduğunu ve bunların yiyecek, giyecek yardımı yaptığını anlattı. Ben de bizimkilere anlattım. Babam, “Hemen başvur oraya” telkininde bulununca, 2001 yılının 1 Mayıs günü Trabzon’a indim. Ve Altınokta Körler Derneği’ne üye oldum. İşte bu, hayatımın dönüm noktası diyebiliyorum. Orada bana İstanbul’da bir Rehabilitasyon Merkezi’nin olduğunu, istersem buraya gidip okuyabileceğimi söylediler. Aradığım fırsat buydu. Babamın 15’imde göndermediği okul, 21 yaşımda tekrar karşıma çıkıyordu. Ancak şimdi daha kararlıydım. Bırak babamı, dünya karşı dursa, okuyacaktım. O zamanlar bu sözü nerede duydum hatırlamıyorum ama aklıma yerleşmişti, “Boğulursan büyük denizde boğul, derede ziyan olma!” Dernek aracılığıyla İstanbul’daki Rehabilitasyon Merkezi’ne başvurdum. Okula alınmam o kadar kolay olmadı. Önce buradaki Sosyal Hizmetler Kurumu’nun “eğitim almaya uygun mudur?” incelemesi yapması gerekiyordu. Gelip köyde soruşturdular. Fakir midir, babası ne iş yapar? Hakkımızda her şeyi öğrenip bizim eve geldiler. Uzmanın evde bana söylediğini aynen aktarıyorum: “Biz araştırdık, senin baban Almanya’da çalışıyor. Bu durumda, senin durumun iyi. Orada parasal durumu iyi olmayanlar okuyabiliyor. Sen, yararlanamazsın.” Ben de, “Babam oraya bir defalığına gitti ve inşaat işçisi. İş bitince, dönecek” dedim. Böyle söyleyince aralarında konuşup birbirlerini ikna ettiler. “Tamam” dedi birisi, “Biz seni arayacağız.” İki hafta sonra aradılar. “Okula kabul edildin” dediler. “Eylül’de başlayacaksın”. Ben, sevincimden konuşamadım. İlk heyecan geçtikten sonra, asıl ikna etmem gerekenler yani ailem geliverdi aklıma. Hemen anlattım her şeyi bir çırpıda. Annem kaygıyla sevinme arası “Nasıl gidersin oralara, yapabilecek misin?”. Annemi ikna etmek kolaydı, asıl sorun babamdı. Tepkisi ne olacaktı! Tahmin ettiğim gibi oldu. Babam onay vermedi. “Benim seni oralarda okutacak param yok. Hem sen tek başına orada yaşayamazsın. Konu kapanmıştır” deyip kestirip attı. Ancak ben kararlıydım. Asla vazgeçmeyecektim. Mutlaka gidecektim İstanbul’a. Başladım düşünmeye, “Nasıl gidebilirim?”. Aklıma parlak bir fikir geldi. “Bir dernek var, yiyecek, giyecek yardımı yapıyor. Almak için derneğe gitmek gerek” dedim bizimkilere ve Trabzon’a gitmek için köyden ayrıldım. Bu arada kardeşimin verdiği destekten bahsetmeliyim. İstanbul’a onunla birlikte kaçtık. Okula gittik. Orada da mülâkata aldılar beni. “Nereden geldin? Buraya niye geldin?” vb. sorularla karşıladılar beni. Ben sadece şunu söylediğimi hatırlıyorum: “Tüketmek değil, üretmek istiyorum. Bunun için size geldim”. Bu, benden beklemedikleri bir cevaptı. Hemen o küçümseyen üsluplarını değiştirdiler. Başladılar hemen “Nuri’ciğim, okulun belli kuralları var. Sana verilecek araç gereçlere zarar verirsen, parası senden alınır. Okulda siyaset benzeri görüş yaymak yasaktır…” Ben, “Hepsini kabul ediyorum” deyince, bir imza attırdılar ve okula başladım.
Orada kaldığım beş buçuk aylık sürenin bana eğitim anlamında oldukça faydalı olduğunu söyleyebilirim. Okuldaki rehabilitasyon eğitiminin özgüven açısından çok değerli olduğunu söylemeliyim. Okulda verilen beş buçuk aylık eğitimde başarılı olan öğrencileri bir yıl süren masaj eğitimine çağırıyorlardı ancak benim çağrılacağım konusunda hiç umudum yoktu. Çok silik bir karakterdim. Okulda Korkardım, konuşurken telaffuz hatası yapıp mahcup olurum korkusu hâkimdi bende. Bunda oradaki hocalarımızın ve arkadaşlarımın da etkisi vardı. Bu eğitim sürecinde okuldaki hocalarımın takdirini kazandım ve bir yıl sürecek olan masaj kursuna çağırdılar. Tam bu noktada, bu kursa gitmeden önce yaşadığım boşluktan bahsetmeliyim. Beş buçuk aylık eğitim bitince, köye döndüm. Müthiş bir boşluğa düştüğümü anlamıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Bir süre evde bocaladıktan sonra, yine Trabzon’a, derneğe gitmeye karar verdim. Derneğe gittiğimde, “İlkokul diploması almak ister misin?” dediler. Ben de “Tabii ki, İstanbul’da alamamıştım” deyip balıklama atladım. Yani bu sayede İstanbul’da öğrendiğim Braille alfabesini geliştirebilecektim. Kursun öğretmeni, şansıma görme engelliydi. Sevgili Nihal Öğretmenim sayesinde Braille okuma-yazmayı geliştirdim. Nihal Öğretmen, bana Braille yazılı kitaplar verdi. Onun sayesinde kitap okumayı çok sevdim. Bu arada masaj kursundan çağrılıyordum. Hemen gittim tabii ki. Bir yıl orada kaldım. Güzel insanlar tanımanın yanı sıra, hep yeni bilgiler öğrendim bir yıl içinde. Her güzel olayın bir sonu olduğu gibi bu okulun da sonu gelmişti. Tekrar kürkçü dükkânına döndüm. Ancak, bu defa eğitimini aldığım bir mesleğim vardı. Çalışabilecektim. Hiç zaman kaybetmeden Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesi’ne başvurdum. Staj yapmak istediğimi söyledim. Bu stajı yapmaktaki amacım, mesleği yapabileceğimi göstermekti. En azından özel kuruluşlarda çalışabilmek için referans edinmekti. İki aylık staj döneminden sonra, hastane yönetimi tarafından yaptığım işin beğenildiği ve istersem orada çalışabileceğim ifade edildi. Ben de mutlulukla kabul ettim. İstediğim olmuştu işte. Eğitimini aldığım mesleği yapacaktım! Hastaneden haber beklemeye başladım. 4-5 Ay geçti. Ne bir selam ne bir haber gelmeyince gidip bir sorayım dedim. Sordum “Beni arayacaktınız, ne oldu?” diye. Yetkililerden biri “Nuri Bey, sen stajını yaptın ve bizimle işin bitti” dedi. Ben de “Hocam, benimle çalışacağınızı söylemiştiniz, arayacaktınız” deyince, “Nuri Bey, işçi alım yetkimiz yok, başarılar diliyoruz” cevabını verip uğurladılar. Umutları suya düşmüş bir testi gibi ayrıldım oradan ancak “Vazgeçmek yok” dedim.
O sıralar, açıktan ortaokulu bitirmeye çalışıyordum. Liseyi de bitirecek, sınavlara girecektim ve mutlaka ekonomik özgürlüğümü elde edecektim. O dönemde sürekli kitap okuyacak, bilgi eksikliğimi gidermeye çalışacaktım. Öyle de yaptım. Sürekli okudum. Aynı zamanda, bilgisayarla tanıştım. Bilgisayarı bir sesli programla kullanabileceğimi öğrendim. Hemen bir bilgisayar alıp programı kurdum. Tabii, bu süreçte programın nasıl kullanıldığı konusunda hiçbir bilgiye sahip değildim. Uğraşa uğraşa, yap-boz mantığıyla bunu da öğrenmiş oldum. Şimdi Trabzon’da bu programı kurabilen iki kişiden biriyim. Bu arada ortaokulu bitirmiş, liseye kayıt yaptırmıştım. Kurumların açtığı bütün sınavlara giriyordum. Girdiğim sınav sayısı, aklımda kaldığı kadarıyla 12 filan. Ancak bir türlü olmuyordu. Umutlarım kırılmaya başlamıştı. Sınav kazanmak için yeterli bilgiye sahip değildim. Daha çok çalışmam gerekiyordu. 2010 yılıydı, Sağlık Bakanlığı sınav açmaya karar vermişti. “İşte” dedim, “bir fırsat daha”. Bu sefer başarabilirdim. Sınava çalışmak için beş aylık bir sürem vardı. Çalışabileceğim bütün kaynakları toparlayıp hemen başladım. Gece gündüz demeden sürekli çalıştım. Bu süreçte yaşadığım bir olaydan bahsetmek istiyorum. Yayladan köye dönerken, kulağımda kulaklık hem yürüyor hem de ders dinlemeye çalışıyordum. İyice dalmıştım derse, uçurumdan aşağıya düşmem beni kendime getirdi. Toparlanıp ayağa kalkınca, ölmediğimi, bir yerimin kırılmadığını anlayınca, işte orada anladım ki bu sınavı kazanacağım! Daha sıkı sarıldım çalışmaya. Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordum… Ve nihayet sınav zamanı geldi. Ben hazırdım, en ince ayrıntısına varıncaya dek Tarih’e, Türkçeye, Vatandaşlık’a yani Matematik hariç bütün derslere çalışmıştım. Sınava girdim ve ilk soru okunur okunmaz, şıkları duymadan cevap verdim. 2 ,3 ,4 derken kırkıncı soruya kadar kayıpsız geldim. Geriye kalan on matematik sorusundan beş tanesini de tutturunca, 92 puan almayı başarmıştım. Müthiş bir mutluluktu. Başarmıştım işte sonunda! Onca çalışmanın, uğraşın karşılığını alacaktım. Ekonomik özgürlüğe bir adım kalmıştı.
Puanlar açıklandıktan sonra, tercih yapmamız istendi. Ben de, bana en yakın olan Akçaabat Devlet Hastanesi’ni tercih ettim. Bir ay gibi kısa bir süre bekledikten sonra, arayıp Akçaabat Devlet Hastanesi’ne başlayabileceğimi söylediler. Neyse efendim, bütün o karmaşık işlemlerden sonra 24 Mart 2011 sabahı ilk iş günüm başlamış oldu böylece. “İlk gün nasıl olacak, beni nereye verecekler, verecekleri işi yapabilecek miyim?”, bütün bu karmaşık düşüncelerle hastaneye gittim. Personel birimine gidince, “Müdür Bey’e gideceksin” dediler. Ben de gittim. Müdür Bey, beni sıcak bir edayla karşıladı. “Hayırdır?” dedi, “Bir sorunun mu var, niye geldin?” Ben de, “Burada işe başladım memur olarak efendim” dedim. Müdür Bey, “Ama sen burada ne iş yapacaksın ki, nasıl çalışacaksın? Görmüyorsun” teşhisini koydu hemen. Ben de “Masaj sertifikam var, bilgisayar kullanıyorum, bunlarla alakalı işleri yapabilirim” dedim. Müdür Bey, “Nasıl yani, sen şimdi bilgisayar mı kullanıyorsun? Olmaz ki, görmeden nasıl kullanacaksın?” Bense cevaben “Müdür Bey, bizim bilgisayarı kullanabilmemiz için ekran okuyucular var. Bu ekran okuyucu bize ekrandaki görüntüyü seslendiriyor” dedim. Müdür Bey hayretler içinde kalarak “Tamam” dedi. “Şimdilik santrale verelim seni, bir bakalım” deyince, ben “Müdür Bey, bütün görme farklılığı olanlar santrale veriliyor. Ben bilgisayar kullanabiliyorum. Masaj yapabiliyorum. Buralarda değerlendirseniz, olmaz mı?” diye karşılık verdim. Sonunda ise, “Sen şimdilik santralde çalış, ileride istediğin birime veririz” karşılığını aldım ve razı oldum. Santralde başladım.
Burada biri ortopedik engelli, diğeri bilgisizliğini ve cahilliğini kendine engel edinen olmak üzere iki kişiyle çalışacaktım. İşim bir hayli zordu. Çünkü beni “Sen burada çalışamazsın, burası çok yoğun, biz arada bir lavaboya çıktığımızda, yerimize sen bakarsın” cümleleriyle karşıladılar. Ben de “Bir işi yapacaksam, doğru düzgün yapmak isterim, müsaade ederseniz, nasıl çalışacağıma ben karar vermek isterim” dedim ve işe başladım. Bilgisayarım yok, çalışabileceğim hiçbir materyal yok, işe hastanenin bütün dâhili numaralarını kabartmaya çekip bir haftada ezberleyerek başladım. Dizüstü bilgisayar temin ederek bana vermedikleri bilgisayarı kendim almış oldum. Yapacağım işi en iyi şekilde öğrenip kendi sistemimi kurdum. Bana telefonu emanet etmeyenler, santraldeki her şeyi bana sorar oldular.
Sonuç olarak “Bir mum, kocaman bir karanlığı deviriyor, bir insan neleri devirmez ki” düşüncesiyle, aynı hızla ilk günkü kararlılıkla mücadeleye devam ediyorum. Ben tam anlamıyla bu mücadelenin hakkını verebildiğimi söyleyemem ama en azından benden sonrakilere iyi bir örnek olacağımı umut ediyorum. Son olarak, şairin dediği gibi “Ömür, umuttan önce bitmeli” diyorum. Sahip olduğumuz en güzel değerdir, yaşanılası mutlu bir hayat. Sevgiyle.