Toplam Okunma 0

Bir ay aradan sonra merhaba arkadaşlar. Aslında pek bir şey yazabilecek durumda değilim. Detaylı bir sesli betimleme incelemesi yapamam. Aklımda bir konu yok. Ayrıca bilgisayar başında uzun zaman geçirebilecek durumda da değilim. Bu kadar bahaneden sonra ne mi diyeceğim? Sizlerin de gerek telefonla gerek Teknokör Google grubu aracılığıyla tanık olduğu son iki aylık sürecimi birinci ağızdan anlatayım dedim.

 

Bir kısmınızın bildiği gibi ben bir Devic hastasıyım. Genel anlamda MS de diyebiliriz. Bu tür hastalarda vücudun kendi bağışıklık sistemi zaman zaman kendi merkezi sinir sistemi hücrelerine zarar veriyor. Bu durumda da hasta atak yapıyor ve çoğunlukla az ya da çok sakatlıklara yol açıyor. Bu sebeple MS hastalarını ataklardan korumaya doktorlar çok önem veriyor. Ben de bu kapsamda "Rutiksmap" etken maddeli bir ilaç alıyorum altı ayda bir. Bu aynı zamanda lenf kanseri hastalarının aldığı bir ilaç. Böylece bağışıklık baskılanıyor ve atak geçirmem engelleniyor ya da en azından atağın etkisi azaltılmaya çalışılıyor. Aslında ben bu ilacı çok uzun süredir alıyorum. 23 Şubat günü de aldım. Dolayısıyla vücudum korunaksız bir hale geldi. Aksine birkaç gün sonra adet gördüm. Biz kadınlar için bu dönemde vücudumuzun zayıf düştüğü zamanlardır. Sonuçta benim bağışıklık katmerli sıfırlandı. Derken ben bariz bir soğuk algınlığı etkisine girdim. Bu arada öksürüğüm gitgide artıyordu. Ancak ben bu esnada “Kendi normalim bu” diye gidip Covid testi yaptırmadım. O hafta öylece geçti. Hafta sonu Ayvalık'tan seyahatten gelen bir akrabamızın Coronalı birinin yanından geldiğini öğrendim ve delirdim. Hemen teste gittik. O pozitifti ama biz annemle negatif. Üç gün sonra emin olmak adına yine test yaptırdım. Gene negatiftim.

 

Bu sırada soğuk algınlığı halim geçmediğinden, sağlık ocağı hekimine gittim. Antibiyotik verdi ve göğsümü dinleyince “Şimdilik bir sıkıntı yok ama kendini kötü hissedersen hemen göğüs polikliniğine git” dedi bana. İyiydim, ilaçları içip iyileşmeyi bekliyordum. Oysa 11 Mart Cuma günü ateşim yükseldi. Ondan sonraki günler de kurulu saat gibi altı saatte bir ve hatta kimi zaman altı saate varmadan mütemadiyen ateşim yükselmeye başladı. Ve otuz yıldan fazladır Aliağa'da oturup aciline bir kere gitmiş olan ben, o hafta acili cümle ezberledim. Ateşlendikten sonra “Acaba Covid virüsü şimdi mi faaliyete geçti” diyerek 13’ünde bir test daha yaptırdım. O da negatif.

 

İşin kötü tarafı, o hafta sağlıkçıların üç günlük eylemi başlamıştı. Ancak acilde yapılan testler iç açıcı sonuçlanmayınca enfeksiyon doktoru ilgilendi sağ olsun. Ciğer filmi de çektirtti. Sonuçlar onu çok şaşırtmıştı. Emin olmak adına bir de tomografi istedi. Göğüs doktoru ile birlikte evirdiler çevirdiler, bir hükme varamadılar ve beni üçüncü basamak bir sağlık kuruluşuna yönlendirdiler.

 

Şaşkınlardı çünkü ateşlenme sonrası bir kez daha yaptırdığım Covid testi de negatifti ama ciğerimde Covid benzeri tutulumlar vardı. Covid testlerimin hiçbiri pozitif olmadığından, bana bu tür bir tedaviye başlayamıyorlardı. Yine enfeksiyon doktoru, olabilecek en iyi ilaçları verdi ve ben kullanmaya başladım. Ancak yaklaşık bir hafta geçmek üzereydi ve başta ateş olmak üzere “Bana mısın” demiyordu.

 

Artık Aliağa'da yapacak bir şey kalmamıştı. 1992 yılından beri gittiğim Dokuz Eylül Üniversitesi Hastanesi'nin yolunu tuttum. Acilde ateşimi düşürmek için bir Parol verip göndereceklerdi. "Hadiii!" dedik. Bunu bize Aliağa'da da yapıyorlardı. Benim büyük bir hastaneye gitmekteki niyetim, ateşin sebebini tespit etmekti. Adamlar bir kan testi bile yapmıyorlardı. Ben ısrarcı olunca "Hadi hatırınız için yapalım" dediler. Gerçekten böyle dediler. Lütfedip kanımı alıp bir de normal akciğer filmi çektirdiler. Bu sırada annem Aliağa'da çekilen tomografinin CD kaydını almıştı. Ondan söz etti ve verdi. Asistan CD kaydını görünce cüzi belli bir ücret karşılığı Dokuz Eylül'ün sistemine yükletmemizi söyledi. Biz de öyle yaptık. Sistemden acil uzmanı tomografimi görünce anlamış olacak ki göğüs servisine hemen haber verilmiş. Beni direkt hastaneye yatırdılar. Hatta hiçbir hazırlığımız yoktu. Annem ile babam beni hastanede bırakıp eve döndüler ve eşyalarımı alıp ertesi gün geri geldiler. Yani hiç direnmesek, onların sözünün üstüne eve gitsek şimdi belki de sonuç çok daha vahim olabilirdi benim adıma.

 

Göğüs servisinde bir beş gün yattım. Bu arada ateşim hala mütemadiyen yükseliyordu. Bu noktada size trajikomik bir şey söylemek isterim. Kısa sayılabilecek bir süre önce dergimizden de tanıdığınız Nurşen aracılığı ile bir sesli ateş ölçer edinmiştim. Bu süreçte o kadar işime yaradı ki anlatamam. İnsan yanında gören birileriyle yaşayınca erişilebilir cihazlara gereksinimi biraz daha geri plana itebiliyor. En azından bende öyle olmuş bu güne değin. Ancak sesli ateş ölçer ile kimseye bağımlı kalmadan kendi ateşini bilebilmek bile huzur verici.

 

Kaldığımız yere dönecek olursak, yani size trajikomik dediğim şeye; hastanede hemşireler gelip ateşimi ölçüyorlar. Normal denilen 36 nokta bilmem kaç çıkıyor hep. Benim ateş ölçerimle ölçüyoruz, ateşim 38 bilmem kaç. Ancak benim halimden de ateşimin çok yüksek olduğu ve hala yükselmekte olduğu bariz belli. Hatta kimi zaman tir tir titriyorum, ateşin yükselme durumunda. Kimi hemşire durumu kabulleniyor. Kimisi de inatlaşıyor, "Ben hastanenin cihazına güveniyorum" diyor. Seninkinden bananeye getiriyor. En sonunda ateşimin 41,7-41,8’lere çıkıp da benim bir an için kendimden geçtiğim bir sırada, doktor ve hemşirelerin başımda toplanmasından sonra daha benimle inatlaşmadılar. Hatta benim ateş ölçerimi esas almaya başladılar. Ateşi yüksek olduğu düşünülen diğer bir hastada dahi.

 

İlerleyen günlerde düşmeyen ateşe ek olarak akciğerlerim bayağı bir kötülemiş anlaşılan. Bir anda kendimi basit ama boğucu berbat bir cihazın içinde buldum. Çıldırıyordum adeta. Öyle bir cihaz ki kurutuyor insanın ağzını, boğazını, çölde kalan kişileri izleriz ya filmlerde "Su, su" diye inlerler. O haldeydim resmen. Bu cihazın adını tam tanımlayamayabilirim. Ancak şöyle betimleyebilirim size. Özellikle denizde zıpkınla balık avlamak ya da deniz dibine bakmak isteyenlerin kullandığı dalgıç gözlüğü adı verilen gözlükler vardır. Bu gözlükler geniş açıdan göz çevresini ve burnu su girmemesi için içine alır. Bir de şnorkel adı verilen bir aparatla yüzücünün ağızdan nefes alması sağlanır. İşte bu aygıt şnorkel’siz ve burnun yanı sıra tüm yüzü ağız dahil içine alan bir maske. Sıkı sıkıya boyundan ve kafa üstünden bağlıyorlar insana. Kanında karbondioksit oranı oksijenden fazla olan kişilere bağlıyorlar anladığım kadarıyla. Belli bir süre sonunda ise bileğinizden incecik bir iğne ile kan gazı adı verilen bir sıvı alıp oranlamaya bakıyorlar. Eğer karbondioksit azalmışsa, maske çıkıyor. Eğer azalmamışsa, işkenceye devam.

 

Tüm bu tedbirlere karşın benim durumum geriledi ki bir anda kendimi yoğun bakıma götürülürken buldum. Annem ağlıyor, babam göçmüş, bense şaşkın ve garip bir haleti ruhiye içinde girdim yoğun bakıma. Önce sizi çırılçıplak soyuyorlar yoğun bakımda. Üzerinize bir çarşaf. Sonda takılı. Her daim kolunuzda bir tansiyon aleti; parmağınızda bir oksimetre, ki kendisi vücudun oksijen miktarını gösteriyor; kasığınızda ateş ölçer; yani anlayacağınız sağınız solunuz kablo dolu ve bütün verileriniz tepenizdeki ekranda. Artık öyle ki rutin çalışma seslerine aşina oluyorsunuz ve en ufak bir ses değişikliğinde "Ne oldu şimdi?" diyorsunuz. 

 

Zor günlerdi hem benim hem de sevdiklerim için. Ancak ben çoğunlukla kendimi bilir durumdaydım şükürler olsun. Hiç entübe olmadım. Zaman zaman gelgitler yaşadığım oldu ama kendimi bütünüyle kaybettiğim, en azından benim fark ettiğim olmadı. Anlayacağınız, çok zorlu bir süreci Allah'ın izniyle nispeten kolay atlattım diyorum. Ancak ben içerideydim. Kendimi biliyordum ama sevdiklerim dışarıda sadece doktorun söylediklerine inanmaya çalışarak endişeli beklemedeydi. Tam “Her şey düzeldi” derken bir anda kısa bir gerileme yaşadım. Ancak doktorların desteğiyle toparladım çok şükür. En zorlarından biri de ben de dışarıdan bir haberdim. Birkaç yıl önce baypas ameliyatı olan babam iyi miydi mesela? Annem nasıldı vs. vs. vs… Corona tedbirleri döneminde evlere tıkılmıştık. Telefonlar ve görüntülü görüşmeler yapıyorduk her daim. Yoğun bakım bana “Onun da beteri varmış” dedirtti adeta. Telle bile sesini duyamıyorsun hiç kimsenin.

 

Ben dediğim gibi çoğunlukla kendimde olduğumdan kısa kısa hemşire, doktor ve çalışanlarla muhabbet bile kuruyordum. Pek çoğu güler yüzlü ve sohbetli kimselerdi de. Kendi keselerinden aldıkları çaydan her gün en az bir bardak benimle paylaşmaktan kaçınmadılar mesela. Yoğun bakımda hiç kalkamadığınızdan, bütün gereksinimleriniz o günkü görevli hemşire tarafından yerine getiriliyor. Hatta bazen damar yolum elde dengesiz bir yerde açıldığında yemeğimi bile yiyemez oluyordum. O zaman yemeğinizi bile yediriyorlar. Ben çoğu kez imkan oldukça, bu tür işleri kendim yaptım. Benim yapabildiğim işleri kendim yapma çabam, onlarla olan iletişimimi daha da arttırdı sanıyorum.

 

Size yoğun bakımdan üç unutamadığım anımı anlatmak isterim. İlki bir gün yoğun bakımın baş hemşiresi yanıma geldi. Çok dominant bir kadın aslında. "Sana Çağdaş Görmeyenler Derneği'nden Melike'nin selamı var. Hatta adını şimdi hatırlayamadığım bir sürü kişinin selamı var" dedi. Bir an hatırlayamadım. Yalan yok, bizim Engelsiz Erişim'in etkinliklerine katılıp yemek yapan Melike dışında birini de anımsamıyorum. Bundan ötürü çok özür diliyorum. Kadının yüzüne aptal aptal baktım resmen. Üstüne bir de "Murat Taştan'ın da selamı var" demez mi? O kim? Belki soyadını bilmediğim bir Murat'tır. Kendisinden de çok özür diliyorum. Dediğim gibi aptala döndüm ama mutlu da oldum. Neden bilmem, kendimi güvende hissettim biraz daha. Malum memlekette işler torpille dönüyor. Sonraları öğrendim ki benim bilmediğim daha ne arayanlar olmuş gerek yoğun bakımı gerek göğüs servisini gerekse doktorları.

 

İkincisi, 10 Nisan benim doğum günüm. Ve ben doğum günümde yoğun bakımdaydım. 9 Nisan bitip de tarih 10’una döndüğünde gece yarısı bir anda nöbetçi hemşire ve personelin tepemde biriktiğini gördüm. Kantinden küçük bir pasta dilimi almışlar ve üstüne bir mum dikmişler. Elimi sallayarak maskemi açmadan mumu üfledim. Bu arada bu maske bildiğiniz cerrahi maske. O cehennem maskesini bir hafta, on gün kullandıktan sonra toparlayıp attım çok şükür. Görevli personellerden biri bana yaklaşıp "Kıymetini bil bak, bu güne kadar yoğun bakımda kimseye böyle bir şey olmadı" dedi. Ne yalan diyeyim, gururlandım.

 

Üçüncüsü ise biraz hüzünlü bir anı. Benim bulunduğum yoğun bakımda tüm yatakların başında bilgisayarlar var. Dilerseniz size Youtube'den ya da radyolardan dilediğinizi açıyor hemşireler. Youtube'daki reklam ve araya giren video zımbırtıları nedeniyle sevmiyordum ben bu işi. Bir gün “Hadi radyo açalım” dedik. Bir türkü radyosu açtırdım. Annemin çok sevdiği bir türkü vardır. "Bir Tel Çektim Mardin'den" adında. Şaka gibi radyoda çalan üçüncü türkü bu türkü. Zaten içim özlemle dolmuş. Sıkmışım kendimi günlerce hem özlemime ve yaşananlara, gözlerim doldu ama çok bırakmadım kendimi.

 

Yirmi gün sonra biten yoğun bakım macerasını ucuz atlattıktan sonra göğüs servisine alındım. Bir on sekiz günü de orada devirince, oksijen desteği olmaksızın nefes alabilir hale geldim. Tabii hap olarak aldığım canım vazgeçilmezim kortizon ilacının da sayesinde. Ancak uzun süren yoğun bakım ve hastane sürecinde sürekli yatmaktan kaslar iyice zayıflıyor. Dolayısıyla şu anda sadece yatak ile tekerlekli sandalye arasında hareketim var. Zamanla kaslarımın güçlenmesini bekliyor ve bunun için çabalıyorum. Bu süreci de atlattığımızda, MS'in en büyük düşmanı olan ateş bir etki yapmış mı göreceğiz.

 

Yoğun bakımdan çıktıktan sonra gerek annem gerekse Fatih Kaya ile Kürşat Bedir arkadaşlarımız bana olanı biteni anlattılar. Dualarınız ve destekleriniz için sonsuz teşekkürler bir kez daha. Dualarınızı hala eksik etmeyin siz yine de. Şimdilerde düşündüğüm bir şey var. Bazen kızıyoruz ya yolda, kafede vs. yerde "Burda sizden biri daha var" gibi söylemlere. Bu kızma haksız demiyorum kesinlikle ama ben bu süreçte gördüm ki hiç tanımadığım, bazılarının sadece tanışlardan adını duymuşum ya da adını dahi duymamışım ama hastalığımın her aşamasında bir şekilde el atmışlar, sese ses olmuşlar, yürek olmuşlar. Farması üyesiyim ben mesela, oradan kimseye ulaşamayanlar benim alt grubum olan soyadı aynı akrabama ulaşmışlar. Anladım ki biz tüm farklılıklarımızla kocaman bir aileyiz aslında. Şimdi bu satırları size dökerken kulağıma bir ezgi geldi. Cep Herkül'ü Naim Süleymanoğlu filminden bir Fazıl Say ezgisi:

 

İnsan insan derler idi.

İnsan nedir şimdi bildim.

Can can deyu söylerlerdi.

Ben can nedir şimdi bildim.

 

İşte bu da hazır linki:

İnsan İnsan - Nupelda (Naim Süleymanoğlu:Cep Herkülü Film Klibi) #Naim #NaimSüleymanoğlu - YouTube

https://www.youtube.com/watch?v=lxAiJ3VM8Ro


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.