Sayı 35, Ocak 2017
Merhaba gençlik,
Biliyorum toplumun pek bir beklentisi yok bizden. Gölge etmesek yetecek onlara. Bu yazıyı, sakın ha toplumun bu haline uymayın diye yazıyorum, bu akıntıya kapılmayın diye.
Anneniz kardeşinizin notlarını, Asuman Teyze’nin kızının notlarıyla karşılaştırır; kardeşinize dil döker, belki bağırıp çağırır daha çok çalışsın diye ama size hiç bir şey söyleyen olmaz. Sofra kurulur, yemekler gelir. Tabakta bir tavuk butu, bir el uzanır, alır parçalar butu sizin için. Yemek yenir, sofra kaldırılacak; herkes bir şeyler taşır, size ise, “aman ha sen otur” denir. Yaş gelir otuza. Toplum daha yirmi beşinde başlar başkalarına sormaya “evlilik yok mu” diye, size soran olmaz belki kırka bile gelseniz. Güvenlikten geçilecek diyelim, kimse sizden beklemez ki bir kötülük, üzeriniz aranmaz. Beklemez yani kimse, ne iyilik ne kötülük sizden. Peki ya siz? Siz de mi bir şey beklemiyorsunuz kendinizden?
Benim doktora yaptığım bölüme iki tane yeni hoca alınacak. Burada işler biraz farklı, atama diye bir şey yok. Bölüm ilan veriyor ve tıpkı bildiğimiz eleman arama süreci gibi adayları kendi seçip kendi karar veriyor. Bunun için bölümdeki birkaç hocadan oluşan bir komite kuruluyor. Bu komitede bazen bir de öğrenci bulunuyor. Bu yıl, benim için ne büyük bir onurdur ki yurtdışından gelmiş kör bir öğrenci olan ben, kırık İngilizcemle bu görev için seçildim.
Şimdi bu beklenti işinin benim okulumla ne alakası var diye düşünüyor olabilirsiniz. Hemen açıklıyorum. Bu görevin gerektirdiklerini yerine getirirken, aslında bu yazıyı yazmaya karar verdim. Aklımdan geçenleri sizinle paylaşmak istedim. Her şey olup biterken, bir an durup düşündüm. Şu an yaptıklarım ve hissettiklerim ne kadar farklı olurdu, eğer ben kendimden hiçbir şey beklememiş olsaydım zamanında diye geçirdim aklımdan.
Bu görevde olmak; komitedeki diğer hocalarla bir sürü toplantıya katılmak demek, başvuruları incelemek ve fikir belirtmek demek, seçilen adaylar okula mülakata davet edildiğinde ortalıkta koşuşturan kişi olmak demek, adaya bazen akşam yemeğinde ya da öğle yemeğinde eşlik etmek demek ve başka her ne gerekiyorsa onu yerine getirmek demek.
Ya hiç beklememiş olsaydım kendimden bir yerden bir yere tek başıma gitmeyi? Ya kimsem olmasaydı, bunu yapabileceğimi, yapmam gerektiğini söyleyen? Ya bağımsız hareket becerilerim zayıf olsaydı? Derslere gitmek bile bir külfetken bir de her hafta toplantılara nasıl gidecektim? Hadi diyelim ki bir şekilde gittim. Peki o başvurular? Bilmeseydim okunmayan PDF dosyalarını okunur bir hale çevirmeyi? Öğrenmemiş olsaydım epostalara dosya eklemeyi? Metnin içine yazıyorum, oradan okuyun deseydim mesela hocalara… Karşımda dört tane hoca. Konuşuyorlar bir aday hakkında. Dördü de benzer bir şey söylüyor. Kendime güvenmeseydim, fikirlerimi ifade etmeye cesaretim olmasaydı, karşıt bir şey söyleyebilir miydim?
Altı tane aday çağrıldı, altı farklı gün. Hepsi dokuzdan beşe kadar ter döktüler mülakatlarda işe alınabilmek için. Her gün farklı zamanlarda, farklı odalarda en az üç mülakata katılıyordum her aday için. Kullanamasaydım takvimimi, tutabilir miydim hepsini aklımda? Bölümdeki tüm öğrenciler adayla görüşmeye davet ediliyorlar. Ben de öğrenci olduğum için bu oturumları yönetme görevi bendeydi. Gelenleri karşıla, konuşmayı canlı tut, kimse konuşmuyorsa sen konuş, hepsi evet benim işimdi. Toplum içinde konuşmayı da beklememiş olsaydım kendimden… Aday bir şey soruyor, “şu nerede bu nerede” diye, adayı alıp bölüm başkanının odasına götürmem lazım, düşünsenize ben hala eski ben olsaydım, hani şu üniversitede tuvalete gitmek için birilerini beklemek zorunda olan ben, nasıl başa çıkardım bu durumla?
Komite başkanı dedi ki, adayla akşam yemeğine gidilecekmiş. Bölümden bir hoca bir de ben eşlik edecekmişiz adaya, maksat hem yemek hem adayın ağzından laf almak. Dediler şehir merkezinde bir İtalyan restoranına gidiliyormuş. Hoca dedi, “Elif saat yedide hazır ol”. Baktım internetten, restoran şık bir yer gibi geldi kulağıma. Görev de önemli, bölümü temsil ediyorum. Ortama ve duruma uygun görünmem, ona göre giyinmem lazım. Düşünsenize kırmızı bir pijama altı ve mor bir kazakla gittiğimi yemeğe. Ben ne bileyim. Etrafımdakiler çirkin görünsem de hiç söylemediler ki bana bu güne kadar. Ben üzülürüm diye düşünmüşler. Kimse beklemedi ki benden, kendileriyle bir olmamı, aynı kulvarda koşmamı. Neyse ki durum bu değil de iyi kötü bir fikrim var nerede ne giyilir diye.
Aman canım, giyim miyim bize ne. Bu gün ne giysem mi izliyorum, bize yemeği anlat mı dediniz? Hemen anlatayım. Mönüyü internetten okudum kim sorarsa. Bir gittim mönü değişmiş. Bir yanımda hayatımda ilk kez gördüğüm aday, diğer yanımda bölümde en az tanıdığım hoca. Garson kâğıtları bırakıp çekmiş gitmiş. Ne yapayım, adamlara mönüde ne var diye mi sorayım. Neyse kendi teklif etti okumayı. Ah çok mu şapşal göründüm acaba? Mönü, mönü değil, Da Vinci’nin şifresi mübarek. Yengeç bacağına enginar mı doldurmuşlar ne? Yenecek bir şey yok mu ya? Lahmacun pide falan, bildik tanıdık bir şeyler olsa. Hocanın aksanını anlasam, kelimeyi anlamıyorum ki. Neyse bir dana eti buldum da söyledim. Aman o da ne? Tabak bir geldi kocaman. İki dürttüm çatalla, bütün bir kocaman et. Hep annem keserdi benim bütün et parçalarımı. Aneeeee aneeee! Hay Allah! Sihirli değil miydi benim annem? Of keşke o salak dizileri izleyeceğime, önümdeki eti kesmeyi öğrenseymişim. Baktım olacak gibi değil, taktım çatala koca eti, başladım ısırıp ısırıp yemeye. Ah acaba herkes bana mı bakıyor şimdi? Toplum içinde yemek yiyemem ki ben, utanırım. Hem ne gerek vardı ya. Of offf! Sonra tatlı geldi. Kaşığı nereye koymuşlar ya? Hokus pokus yapar gibi elimi gezdirdim tatlının üzerinde, ama kaşık yok. Sorayım bari bizimkilere dedim. Cevap neydi biliyor musunuz? “Right here” dedi bir tanesi, bizde derler ya “burada” ya da “şurada” ona denk işte. Ah şimdi rezil mi oldum? Vah vah, tüh tüh. Kaşığı bulamadım. En iyisi “çok doymuşum yiyemeyeceğim” diye bir yalan uydurmak. Ah bir de bu adaya soru soracaktım değil mi ben? Hay Allah uçuvermiş aklımdan. Annem yemek yerken konuşma derdi hep. Ondan oluyor bunlar hep.
Evet mönü değişmişti, evet okuyamadım, evet kaşığı da bulamadım. Bu kısımları doğruydu, iç konuşmalarım bambaşkaydı. Ne yapayım şimdi utanayım mı kızarıp bozulayım mı? Onların erişilebilir mönüsü yok diye ben kendime mi kızayım. Göğsümü gere gere, sordum yanımdakilere “mönüde ne var” diye. Et gelince, aldım elime bıçağı bir yandan konuştum bir yandan yedim yavaş yavaş. Kimsenin bana bakıp bakmadığı umurumda olmadı. Kaşık nerde bulamadım. Sordum cevap alamadım. Bende o tatlıyı yemeden oradan ayrılacak göz var mı ya? Benim suçum mu? Öğrenmemişler ki bir körle iletişim kurmayı. Bakın dedim, her şey bir öğrenme fırsatı olabilir. Bu gecenin kazancı olsun, ben size bir şey öğretmek istiyorum. Tabi tabi dediler hemen. Saat yönlerini kullanın dedim. Hemen aydınlanma yaşadılar. Kaşığım hem üç yönündeymiş hem de tabağın altında. Ne rezil olması, bir de adamlara ders öğretip üste çıktım kahraman oldum. Hatta hoca sonrasında takdir etti beni. Ne çok şey bildiğime şaşırmış. Beklemiyordu herhalde.
İki farklı adayla da öğle yemeği yedik. Masaların arasından slalom yapa yapa geçmek gerekiyordu. Bu sefer de başka hoca, başka aday. Ah ötekini ancak biraz alıştırmıştım ama ya! Neyse, kadın tuttu kolumdan. Ah dedim hocam durun hemen nasıl olması gerektiğini göstereyim. Girdim kadının koluna. Artık öğrenmiştir her halde.
Bütün bu süreç, benim için akademik anlamda çok öğretici ve zevkli bir süreçti. Ama eğer ben bazı şeyleri farklı düşünüyor olsaydım, bazı şeyleri yapmakta zorlansaydım ya da yapıp yapamayacağımdan emin olmasaydım, bence iki ihtimal olurdu; ya bu komiteye hiç çağrılmazdım ya da bu deneyim bana zehir olurdu, kaygıdan stresten kendimi yerdim.
İşte gençler, siz siz olun kendinizden her şeyi bekleyin tamam mı? Kendinize güvenin, fırsatları kaçırmayın, mümkün olduğunca kendinizi geliştirin. Görmüyor olmanız sizi hayattan muaf kılmasın. O eti kesebilir, o partiye gidebilir, o çocuğu tavlayabilir, o okula gidebilir, o işe girebilir, o mesleği yapabilir kısacası başkalarının yapabildiklerini siz de yapabilirsiniz. Bunu kendinizden bekleyin.