Benim Dünyam, gösterime girdiği günlerde çok konuşulan, daha sonra ise üzerinde pek çok yazılıp çizilen bir film. Birçok görme engellinin filmi çok ajitasyon yapıyor diye eleştirdiğini de bizzat duymuş ve medyada da genellikle engellilerin ajite edilmesine alışkın olduğumdan, “demek ki yine öyle yapmışlar” diyerek, filmi izlemeden bazı kötü fikirler edinmiştim. Filmi az önce izlemeyi bitirdim. Benim böyle şeyleri çabucak yazmam lazım yoksa etkisi bozuluyor. Hemen o an düşündüklerimi ve hissettiklerimi kelimelere dökmem gerek…
Filmin başlarında ve genelinde de sürekli vurgulanan karanlık ve siyah tüm körler için geçerli değil elbet ama buradaki film kahramanı hem kör hem de sağır. Sadece kör olmak ya da sadece sağır olmakla aynı şey değil yani. Üstelik bu Ela’nın doğuştan karşı karşıya kaldığı bir durum ve bence oldukça güzel yansıtılmış. Ben ne Gülcan Hanım kadar iyi bir film izleyicisiyim, ne de hafta hafta sinemaları takip eden bir sinemaseverim. Sadece ara sıra aklıma esiyor ve GETEM’e girip, bir film indirip dinliyorum.
Filmin başlarında, Ela küçücük bir çocukken yaşadıkları gerçekten doğala çok yakın anlatılmış. Varlıklı bir ailenin engelli çocuğu… Çocuklarının engelli olduğunu öğrendiklerinde kahrolan bir anne ve baba… Annenin ne olursa olsun çocuğunu koruma içgüdüsü… Ve annenin de, babanın da engelli bir çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiğine dair inanılmaz bilgisizliği… Annesinin Ela’ya dair yaptığı tek şey, başına en ufak bir şey geldiğinde hemen yanına koşup yardım etmek, ama kızına en ufak bir şeyin dahi nasıl yapılacağını öğretmemek. Tıpkı Mahir Hoca’nın da dediği gibi, annesi de, babası da Ela’ya farklı açılardan zihinsel engeli olan bir çocukmuş gibi davranıyor. Babası, aslında birçok engelli çocuğun babası gibi davranıyor. Bu da filmde ne abartılmış, ne de azaltılmış. Tam da olması gerektiği gibi. Ela’ya gerçekten de insan görünümlü bir hayvan gibi davranılıyor ve eğer Mahir Hoca olmasaydı ne olurdu, hiç bilmiyoruz. Aslında biliyoruz, akıl hastanesine gönderilirdi. Ela’nın sekiz yaşındaki halleri, hiçbir şey bilmemesi, pilavı eliyle yemesi, yabaniliği, o zamana kadar kendisine hiçbir şey öğretilmeyen bir çocuktan beklenilecek şekilde gösteriliyor. Mahir Hoca’nın Ela’yla mücadelesi de çok doğal. Gerçekten Ela’ya bir şeyler öğretmeye kararlı ve o yolda elinden gelenin de fazlasını yapmaya hazır. Bunu da film ilerledikçe görüyoruz zaten. Sadece Ela’yla da değil, Ela’nın annesi ve babasıyla da mücadele ediyor üstelik. Annesi Ela’yı çok seviyor olabilir ama o bile kendisine hiç kimse bir şey öğretmediği için bu yeni gelen yabancıyla Ela’nın anlaşması da zor oluyor elbet; fakat sonra, bu adam, o güzel kızın ışığı oluyor. Filmin bir başka boyutu ise, Ela’nın oldukça hatırı sayılır bir ailenin çocuğu olması. Peki ya Ela o kadar zengin bir ailede dünyaya gelmeseydi? Türkiye’de birden fazla engeli olan kaç kişi böyle özel bir eğitim alabilir? Yine Türkiye’de birden fazla engeli olan böyle bir kişi hangi üniversitelerde, nasıl okuyabilir? Tahminimce Ela özel bir üniversiteden mezun oluyor. O özel üniversiteye girebilmesi için bile bu kadar uğraşmaları gerekirken, insan ister istemez az önce yazdığım soruları soruyor kendi kendine.
Ela’nın bir de küçük bir kardeşi var. Ailesi, özellikle de annesi sürekli Ela’yla ilgilenirken kardeşi hep geri planda kalıyor. Bu da başka bir bilinçsizlik örneği ve gerçekten de yine engelli bir çocuğa sahip olan kimi ailelerde kolaylıkla gözlemlenebilecek bir durum, engelli çocuğuna diğer kardeşi ya da kardeşlerine hissettirecek şekilde farklı davranma ve onun her yaptığını coşkuyla karşılarken, diğerlerine gereken önemi vermeme... Bu durum, Ayla’nın nişanlanacağı akşam yaptığı konuşmada çok güzel açıklanmış. O akşam, iki kardeş için de birbirlerini anlama açısından çok önemli bir akşam oluyor.
Bir diğer boyut, aşk… Ayla Ela’dan önce nişanlanıyor ve evleniyor. Yine o nişan gecesinde, Ayla ile Ela odada yalnız kaldıklarında, Aylanın Ela’ya söylediği şu sözler çok anlamlı. “Belki de senin hayatında böyle bir gece hiç olmayacak. Belki sen hiç âşık olmayacaksın. Ama bir gün âşık olursan, ne demek istediğimi o zaman anlarsın.” Bu sözler, en yakınlarının bile, engelli bir bireyin âşık olma, sevme, sevilme, beğenme, beğenilmeyi isteme gibi duygularının olmadığını düşündüğünü ve daha da ötesi, bunların zaten çok yüksek ihtimalle olamayacağını; dolayısıyla, aşk, sevmek, sevilmek ya da beğenilmek gibi duygu ve hisleri bir engellinin zaten tadamayacağını düşündüklerini çok açık bir dille ifade ediyor. Ayla’nın nikâhında ise, Ela’nın aşkı, evliliği ve öpüşmeyi merak etmesi o kadar güzel anlatılmış ki, üzerine ekleyecek bir şey bulamıyorum. Film boyunca da zaten dikkati çekiyor, Mahir Hoca ve Ela hep yan yana. Ela sanki cinsiyetsiz gibi. İşte tam da o, çok da güzel kız ama… durumu. Ela çok az sahnede arkadaşlarıyla bir arada gösteriliyor. O sahneler dışında, hep Mahir Hoca’yla ya da ailesiyle birlikte. Yani, aslında o kadar da sosyal bir hayatı yok. Ona en yakın yabancı erkek ise yine Mahir Hoca. Dolayısıyla, Mahir Hoca’yı sevdiğini düşünmesi, ondan kendisini öpmesini istemesi kadar doğal bir durum olamaz. Filmin sonunda bile Ela evli değil. Belki bazılarına bir erkek ya da kız arkadaşa sahip olmak, flört etmek o kadar da önemli gelmiyor olabilir, ama bunlar insanın kişisel gelişiminde çok önemli yerlere sahip. Filmde, Ela’nın belki de hiç sevgilisi olmuyor. “Çok da güzel kız ama…”
Filmin betimlemesiyle ilgili söylemek istediğim tek şey şu: sizlere, kocaman, candan, içten, gönülden, büsbüyük teşekkürler sesli betimleme ailesi! Bizlere yaşattığınız bu keyifli dakikaların kat ve kat fazlası sizlerin olsun.