Toplam Okunma 0

Yazıya Orhan Veli tadında, hatta direkt ondan çalıntı bir başlık attım. Maalesef ele aldığım konu o kadar keyifli değil.  Dergimizin yayım hayatı boyunca, birçok konuyu tekrar tekrar ele almak zorunda kaldık. Bir konunun defalarca işlenmesinin, kendini tekrar etme ve okuyucunun ilgisini kaybetme riski var. Fakat bizde bu durum biraz daha farklı. İşlenen konular aynı olsa da olayların farklılığı, toplumun ötekileştirme konusundaki yaratıcılığı ve bizim düşeni pişman eden dilimiz yüzünden ilgili konu güncelliğini kaybetmiyor.

Evet, işlemekten çok zevk almadığımız halde, tekrar tekrar yazmak zorunda kaldığımız sorunlardan birisi de davranış sorunu. İnsanların yapması gereken, herkese nasıl davranıyorlarsa herkese dâhil olan engellilere de aynı davranması en normal olanı. Yani, biz herkesiz. Öyle eğilip bükülmeye, kendini kasmaya gerek yok. Fakat halkımız bu konuda zor olanı seçiyor. Tarafsız bir göz izlese, gülmekten ve utançtan kırılacağı davranışlarda bulunuyor engellilere karşı. 

Şimdi yavaş yavaş güzide örneklerimize geçelim. Yolda yürüyorsunuz, bir anda önünüze birisi çıkıp yalı kazığı gibi durmaya başlıyor. Yanından geçmeye çalışıyorsunuz, yine önünüzü kapatıyor. Tacizin boyutu yavaş yavaş artıyor. Yolunuza gönüllü barikat olmayı seçmiş arkadaş sizden çok etkileniyor olsa gerek ki; bir anda elinizi bir el kavramaya başlıyor. Tutuyor, tutuyor. Normalde yapılması gereken bellidir değil mi? Maalesef, sizi bu doğal tepkiden alı koyan faktörler vardır. Hayır, kör olduğunuz için kendinizi savunamayacağınızdan ya da tepki göstermekten korktuğunuzdan değil. Bilirsiniz ki, böyle bir davranışı yabancı birisi yapmaz kolay kolay. Sizi, öyle ya da böyle tanıyan birisidir bu sululuğun sahibi. Gereken tepkiyi göstermek, saçma sapan kırgınlık ve pişmanlıklara yol açabilir yani. O nedenle şaka yollu kim olduğunu sorarsınız. Bu arada, elinizi tutan el yüzünüze yönelmiştir. Artık kan beyninize sıçradığı ve patlamanıza ramak kaldığı anda bir ses “tanımadın mı beni?” Tesadüfen uzun zamandır görmediğiniz, orada karşılaşmanızın düşük bir ihtimal olduğu bir insansa ve dalgınlığınıza gelip tanıyamamışsanız vay halinize. “Beni nasıl tanımazsın?” “Bizim işyerinde bilmem kim var gözleri görmüyor, herkesi sesinden tanıyor.”  Zırvalıkla karışık aptalca sitemleri dinle dur.  Hem suçlu hem güçlü. Birde nezaket kuralları gereği içinizden “tanımak zorunda mıyım?”  derken, dışınızdan “kusura bakma dostum dalgınlığıma gelmiş” demek zorunda kalıyorsunuz.  İki ucu boklu değnek yani.

Hele tanıdıkları iki körü birbiriyle karşılaştırma olayı aklın ve mantığın bittiği yer.  Örneğin: “Bilmem kim çok güzel bağlama çalıyor,  sen neden çalamıyorsun?” “İlgi duymadım. Benim ilgim yok hocam, sporla ilgilenmeyi tercih ettim.” “Olur mu? O da görmüyor ama çalıyor. Yani sen de çalabilirsin.” Böyle ironik bir durum yani. İlgi alanları, yetenekleri, bakış açıları ve eğitimleri tamamen birbirinden farklı insanları körlük paydasında eşitliyorlar. Tanıdıkları bir kör nasıl davranıyorsa ya da neye ilgisi varsa diğer körler de aynı şeylere ilgi duymak zorundaymış gibi düşünüyorlar.

Başka bir kabus eşyalarınızın yer değiştirmesi. Belki kötü niyetli bir yönelim değil ama aşırı yardımcı olma hissi de zor durumda kalmanıza neden olabiliyor. Buna en temel örnekler kullandığınız eşyaların yerinin değişmesi nedeniyle onları aradığınız yerde bulamamak, yardımcı olmayı bağımlılığa çeviren davranışlar sonucunda hiçbir işin üstesinden gelemez damgasını yemek gibi. Kendi evinizde ya da yaşam alanlarınızda, kullandığınız eşyaların dizaynı bellidir. Hiç kimse onların yerini sizden habersiz değiştirmez. Değiştirecek olsa da, yeni düzenini size gösterir. Fakat dışarıda, özellikle ortak kullanılan malzemelerin yeri sürekli değişiyor. İlgili arkadaş, bırakmış olduğu yeri hatırlama zorunluluğunun olmamasının rahatlığını kullanarak, gelişi güzel davranabiliyor. Fakat kör bir insan için durum daha farklı. Bilmediği bir mekândaysa ya ilgili eşyayı kendisi aramak zorunda ya da mecburen başkalarından yardım istemek zorunda kalır.  Kullanılan eşyaların geçiş güzergâhına konulması da ayrı bir sıkıntıdır. Arkadaşım, derli toplu bir yere bırak işte. Böylece ne senin malına, ne benim canıma zarar gelir. Öyle ya mal canın yongasıymış, canı düşünmüyorsan malı düşün değil mi?

Birde gelişi güzel konulan yolunuzun tam ortasında ki eşyaya çarptığınızda yüzünde pis bir sırıtma oluşanlar var ya, tam bir utanmazlık abideleri. Biraz kafan çalışıyor olsa, kör birinin geçiş güzergâhını işgal etmezsin. İnsanlık hali ya düşünememiş olabilirsin. O kör ilgili eşyaya çarptığında neden gülüyorsun. Hayır, açıkta gördüğün şey kendi ayıbın, gülmek yerine yüzünün kızarması gerekmiyor mu?  Engelliler söz konusu olduğunda, bütün nezaket kuralları unutuluyor zaten. Bizi gören insanda kabalaşma hissi uyandırıyoruz demek ki. Mesela çalıştığınız işyerinde, sizin odanızda işi olan birisi selam dahi vermeden dingonun ahırına dalar gibi odaya dalarak işini halletmeye çalışıyor. Ya da sizin biriminizle ilgili bir konuda, sizi umursamaz davranabiliyor. Yani konumunuz ne olursa olsun en alakasız insana bile kendinizi ispat etmeniz gerekiyor. Tabii ki gerçekten nezaketini koruyan insanlarımız azımsanmayacak derecede fazla ama genel tablo iç karartıcı.

Okulda, sendikada, iş yerinde vb. en ufak bir çalışmaya dâhil olabilmek için konu hakkında sizin kadar bilgi sahibi olmayan bir insana bile niteliğinizi kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz. Biz bu konuda elimizden geleni yapıyor, engelli olmanın bir nitelik sorunu olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Eksiklerimiz olsa bile genel olarak dikkate değer bir mücadelemiz var. Ama hiçbir şey tek taraflı ilerlemez. Toplumun da yargıda bulunmak için biraz öğrenme zahmetine katlanmaya ihtiyacı var.  Tam anlamıyla anlamak için çaba harcamak gibi bir zorunluluğu yok. Ancak insani saygı ölçütünü korumak zorunda. Herkes bütün mesaisini engellilere ayırmak zorunda değil. Ama önüne engel koymama ve önyargılarıyla bunaltmama nezaketini göstermek zorunda. Evet, bilmemek önemli bir etken. Fakat her durumda bilmemenin arkasına sığınmak kolaycılıktır. Bir insanın gözünün görmemesi, kulağının duymaması vb. etkenler, o insanın toplumun diğer bireylerinden farklı olduğu anlamına gelmez.

Herkes bulunduğu çevrenin özelliklerinden etkilenir.  Davranışları, becerileri, ilgi alanları ona göre şekillenir. Örneğin futbolla ilgilenen bir körle karşılaşan insanların çoğu durumu yadırgar. İnsan görmediği şeyden ne zevk alır mantığıyla düşünür. Yanılgısı da orada başlar zaten. Ezici çoğunluğu futbol delisi olan bir toplumun bileşeni olan körlerin de futbolla ilgilenmesi gayet doğal bir olaydır. Yapamaz, başaramaz önyargılarının yerini; nasıl daha başarılı olur, ilgilendiği alanda ne yapılsa daha erişilebilir çalışabilir mantığı düşünülse, birçok sorunun çözüm kapısı aralanmış olur.  Bu davranış sorunu sadece engellileri kapsayan bir sorun da değil. İnsanların sosyal statü, ırk, inanç, cinsel yönelim vb, nedenlerle bol keseden ötekileştirildiği bir toplumda yaşıyoruz. Hatta ötekileştirilenlerin başkalarını ötekileştirdiği bir toplum. Engelliler gününde engellilere maskot muamelesi yapan, emekçi kadınlar gününde, kadınları yerlerde sürükleyen ve siz gidin erkeğiniz gelsin diyebilen bir toplum. Yani ayrımcılığın ve sınırsız cehaletin kutsandığı bir toplum. Bu toplumda algı ne zaman değişir? Ya da değişebilir mi bilmiyorum. Ama değişeceğine, geç de olsa değişeceğine inanıyorum. Ya siz?


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.