Toplam Okunma 0

Otoritenin bin bir suratı her an her yerde karşımıza çıkmaya hazırdır: Otobüste, bankada, bir bankta otururken,  birini beklerken, hatta sevdiğiniz bir yerde bomboş otururken. Bakışımız, duruşumuz, kıyafetimiz, dahası toplumsal cinsiyetin bizi kimlikleştirdiği rolümüze ait tek bir hal, kendine birtakım teftiş görevi vermişlerin dikkatini çeker. Eğer onlarca müdahale anı gelmiş, yani şartlar olgunlaşmışsa harekete geçerler; onların gözünde bir kadın, bir engelli, bir LGBT, ya da herhangi bir otoritece eksik, kusurlu veya sapkın bir "öteki" iseniz yol gösterilmeye veya cezalandırılmaya muhtaçsınız demektir. Ya yanlış yere gidiyorsunuzdur, bu yolun bir yerinde denize düşmek vardır; ya psikolojiniz bozuktur, bir tedaviye ihtiyaç duyuyorsunuzdur; ya beyninizi yıkamışlardır ve siz o uzun saçınızla asilik ediyorsunuzdur; ya da size verilenlere şükretmeyip haddini bilmezlik yapıyorsunuzdur. Bu kadar mı? Hayır! Her birimizin bu tip listelere katacak o kadar çok maddesi var ki. Üstelik bunalmalarımızı, yorgunluklarımızı, bıkkınlıklarımızı, çaresiz kalışlarımızı, korkularımızı bu listenin neresine yedirsek anlatamayız derdimizi.
 

İşte ödüllü bir film. Otoritenin, kendini otorite saymanın, verilen rolleri kendi egosuyla birleştirip üstün olma uğraşının yol açtığı zafiyetlerin, uzun bir “Kış Uykusu“’nun bedellerinin gerçekliğini anlatan Altın Palmiyeli Nuri Bilge Ceylan filmi. Ben bu satırları filmi izlemişlere yazıyorum, bu nedenledir ki kimseye film tanıtımı falan yapmayacağım.
 

Filmin içinde bazı anlarda kendimizi buluyoruz, tıpkı tümü incelendiğinde tam anlamıyla insana dokunduğumuz filmin her karesindeki aşinalığımız gibi. Başlarda bir çocuk, arabaya taş atarken, atılan her taşın faili elin, beynin yıkayıcısının hedefte olanın şiddeti olduğu... Yani hiçbir çocuk öyle üstü "çocuktur" safsatalarıyla kapatılacak kadar basit ve önemsiz değildir. Ailesini, sevdiklerini tehlikede gören ve onların canlarının yandığını bilen her çocuğun haşin muktedire karşı atacağı haklı bir taşı vardır. Bu taş kimi zaman bir baston darbesi, kimi zaman bir çığlık, kimi zaman sahte bir gözyaşı da olabilir. Yeter ki bu kendini duyurma isteği haksız bir geçiştirmeyle çarpıtılıp etkisizleştirilmesin.
 

Peki ya o aile... Babanın yaktığı paraların yanış sesini dinlerken neler geçti aklınızdan? Kendini bilerek satanların, kendini satmak zorunda kalanların, kendini satmamak için yok olanların aralarındaki farkları tek tek sayabildiniz mi mesela? Size "İhtiyacın olur, vallahi kötü bir niyetle yapmıyorum." deyip maddi ya da manevi bir yardımda bulunduklarında ve siz bunun yalnız kendinize özel olduğunu adınız gibi bildiğinizde, olayın bu kadar masum olduğuna inanıp resmin kalanını düşünmeyi bırakır mıydınız? Ya da en kötüsü, bu iş bu kadar masum gelir miydi? Size hakkınızı verdiğini, yardım ettiğini ya da lütufta bulunduğunu sananların, hakikatte sadece yapmaları gerekenden kaçtıklarını, geriye düştüğünüz anların sorumluluğunu taşımaktan köşe bucak kaçmak için böyle davrandıklarını acıyla fark etmez miydiniz? Hadi dürüst olalım: fark etmediniz mi hiç? Peki ya tam bu anda boyun eğmek neden? Hangi amaç için? Ne uğruna?
 

Belleğimizden Nihal’in tükenmiş gözlerle teslim olduğu anları bulup çıkardığımızda, kendini gerçekleştirmek uğruna var olduğuna önce  kendini sonra çevresini inandırmak uğruna yaptığı küçük işlerin, attığı küçük adımların bile kendini tek merci sanan kontrol mekanizması tarafından aşağılanarak sahiplenilmesinin bir kadında, bir bireyde yaptığı tahribatı izliyoruz.  Gözyaşlarıyla, artık canlılığını, neşesini, dahası insanlığını yitirdiğini çarpıyor otoritenin yüzüne? Ama o, yalnız küçük ve korunmaya muhtaç bir çocuğu üzdüğünü düşünüp kısa süre de olsa oyuncağıyla oynamasına izin veren bir edayla  geri çekildiğini ilan ediyor. Neye yarar? Artık bu oyunlar kime söker? Filmin en sonunda sevgi dilenmek, boş gururun aslında kendine biçilen, varlığının tek yaşam kaynağı olduğuna inandığı gücün artık bir işe yaramadığını idrak etmesinden, gene egosunu rahatlatmaktan başka nedir ki? Bir atı serbest bırakmakla Aydın gibi olanların tüm otoriteden, kendine verilen erkek rolünden vazgeçip uslanacağını mı sanıyorsunuz. Yapabileceği en fazla içinde yanan yalnız kalma korkusuyla harlanan ateşinden sebep sessiz itirazlarıyla süregelen "ben biliyorumculuğuna" devamdan başka bir şey olamaz. Suskunluğun kabul edişten başka bir anlamı da var: "ben yalnızlıktan korkuyorum", işte insanoğlunu keşfedişlerden birinin anahtarı.
 

Ben engelli bir kadınım; fakat verilen rollerle aşağılanan herkes için gözlemledim filmi. Her bireyin acıları, savaşımları, düşleri, yarıda kalışları, boşuna çırpınışları, umutla koşuşturuşları var sahneler boyu. Ben kendimi gördüm, gördüklerimin bir iki satırını da yazdım. Bu kadar değildi elbet ama emelim de zaten tümünü anlatmak değildi. Yalnızca, ötekiler olarak, yalnız olmadığımızı hatırladığımı paylaşmak ve bir de sizden filmi bu gözle değerlendirmenizi istemekti...


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.