Toplam Okunma 0

Bugün Dünya Engelliler Günü. Bugün toplumun her kesiminden insan, engelliler adına birçok şey söyleyecekler. Bazı tanıdıklar arayıp “Engelliler gününüz kutlu olsun” diyecek. Akşam haberlerinde ya duygusal müzikler eşliğinde engelli bireylerin yaşadığı toplumsal sıkıntılar anlatılacak ya da engelli bireylere neşeli müzikler çaldırılıp engelsiz bireyler eğlenecekler. Ancak şunu herkes iyi bilmelidir ki Dünya Engelliler Günü yeni bir yıla girer gibi yılda bir kere kutlanacak ya da bir doğum günü gibi yılda bir gün anımsanacak bir gün değildir. Dünya Engelliler Günü, bir farkındalık günüdür; farklılıklara dikkat çekilen yani farklılıkların farkına varılmasını amaçlayan bir gündür. Ülkemizde medya aracılığıyla gösterilenler çoğunlukla gerçekler değildir, engellilere rağmen engelliler yok sayılarak anlatılmaktadır. Asıl gerçeklikleri bilgim ve gözlemlerim dâhilinde size anlatmaya çalışayım da haber alma özgürlüğü kullanılmış olsun:

Ülkemizde katıldığım tüm seminer, panel ve kongrelerde sunum yapan akademisyen ya da meslek elemanının birçoğu hitap sözcüğünün ne olması gerektiği üzerine uzun uzun açıklamalar yapmaktadır. “Engelli, özürlü, sakat, yetersizliği olan birey, yetersizlikten etkilenmiş birey…” gibi sözcüklerden hangisinin literatürde yerini alması gerektiği konusunda görüşlerini aktarmaktadırlar. Bana göre ise, sözcüklerin tek başına bir anlamı yoktur; sözcükler cümle içinde kullanılış biçimlerine göre anlam kazanırlar. Ben sosyolojik olarak “sakat”, bir eğitimci olarak “yetersizliği olan birey” ve halk dilinde ise “engelli” sözcüklerini kullanıyorum. Açıkçası sürekli bu tartışmaları yapmanın da çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. Bu yazımda ise, toplumun her kesimine mesaj vermek amacıyla, “engellilik, engel” sözcüklerini kullanacağım. Ülke olarak, ötekileştirmenin en uç sınırlarına ulaştığımızı düşünüyorum. Engelli bireyler için “onlar”, herhangi bir engeli olmayan bireyler için ise, “normal” sözcüklerinin sıklıkla kullanılması birer ötekileştirme örneğidir.

Günümüzde sürekli karşılaştığımız bir diğer gerçeklik ise, zaten büyük ölçüde çökmüş olan eğitim sistemi içinde kaynaştırma uygulamalarının yetersizliğidir. Bundan yaklaşık bir yıl önce katıldığım bir kongrede Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin kaynaştırma uygulamalarını anlatmalarını şaşkınlıklar ve hayranlıklar içerisinde dinledim. Kâğıt üzerine her şeyi öyle güzel dökmüşler ki ülkemizde yazı dilinin ne kadar gelişmiş olduğunu bir kez daha gördüm. Sanki orada sunulan ve anlatılanlar, benim ülkemi anlatmıyordu, Türkiye’ye başka bir dünyadan bakıyor ya da başka bir ülkedeki kaynaştırma uygulamalarını dinliyor gibiydim. Keşke orada çizilen pembe tablodan biraz eser olsaydı uygulamalarda. Biz hala bu ülkede çocuğunu evinin yakınında bir okula kayıt ettirmek için müdüre, öğretmenlere, engelli çocuğu tamamen keyfi olarak istemeyen velilere bin bir dil dökmek zorunda kalan engelli çocuk aileleri görüyoruz. Yasalara rağmen, engelli çocuğu okula almayan müdürler, sınıfta istemeyen ya da sınıfına alan ama yok sayan öğretmenler, “Çocuğum olumsuz etkilenir” diye itiraz dilekçeleri yazan veliler, bizim asıl gerçeklerimizdir. Yetişkin bireyler bu itirazların hepsini kendi kalıplaşmış zihniyetleri, bir türlü kopamadıkları önyargıları yüzünden yapmaktadırlar. Bir de bu olumsuz düşüncelerine küçücük, tertemiz, masum yürekli, önyargılardan tamamen uzak çocukların zihinlerini kirleterek, çocukları duygusal istismar aracı olarak kullanarak yapmaktadırlar. Dünya “bütünleştirme” derken, ülkemizde başta eğitim olmak üzere birçok alanda “ötekileştirme” örnekleri çoğalmaktadır. Oysa ki güzel günleri görmemizi sağlayacak olan çocuklarımızdır. Eğitimde, okul öncesi dönemden itibaren uygulamada bütünleştirici yaklaşımlar olsa, her şey çok daha güzel olacak. Okul öncesi dönemden itibaren sınıflarda engelli çocuklar her anlamda var olsa, tüm faaliyetlere birlikte katılsalar; sanat etkinlikleri, oyun etkinlikleri, drama çalışmaları, beden eğitimi çalışmaları, okul gezileri gibi etkinliklerde erken çocukluktan itibaren bir arada olsalar, ileride önyargılardan uzak bireyler kendiliğinden yetişmiş olacak.

Eğitim sürecinde oluşmaya başlayan boşluk, yıllar geçtikçe büyümeye devam ediyor. Okullarda engelli bireylerin sadece bedensel olarak bulunması da yetmez. Tam katılımlı eğitim gerçekleşmeyince, ayrımcı tutumlara bağlı olarak ayrımcı söylemler de artmaya devam ediyor. “Onların kendi okulları yok mu? Oraya gitsinler” şeklinde başlayan söylemler, sonrasında “Onlar için ayrı okullar açılsın, ayrı yaşam alanları kurulsun ve orada rahatça yaşasınlar” şeklinde devam ediyor. Görüldüğü gibi engelli bireyi yok sayma, eğitim süreciyle başlayıp toplumsal boyutta da hızını kesmeden devam ediyor. Engelli bireyin kendisiyle ilgili karar almasına fırsat tanınmıyor, yaşamına kolayca müdahale edilebiliyor, tercih yapması engellenebiliyor, kısacası özgürlüğüne dokunularak kişilik hakları elinden alınabiliyor. Şimdi, bu durumları somut örneklerle açıklayalım. Bir sinemaya gittiğinizde bilet alma işlemi yaparken biletiniz yanınızdaki herhangi bir engeli olmayan kişiye verilebiliyor. Restorana gittiğinizde garson ne yiyip içmek istediğinizi yanınızdaki kişiye sorabiliyor. Yolda yürürken bir kişi, size hiç sormadan kolunuzu sımsıkı tutarak sizi kendi gittiği yöne doğru çekiştirme cüretini gösterebiliyor. Otobüse bindiğinizde, birisi sessizce omzunuza dokunarak kendince size yer vermeye çalışabiliyor; tabii görmediğiniz için üstün yeteneklerinizi kullanarak nereyi gösterdiğini tahmin etmeniz gerekiyor. Yine toplu taşımalarda biri sizi oturmanız için zorla çekiştirebiliyor. Yollarda yürürken kaldırımlara park etmiş araçlara, kaldırım üzerine özenle yerleştirilmiş market kasalarına, lokanta masa ve sandalyelerine, kaldırımın tam da ortasına yerleştirilmiş olan elektrik direklerine ve ağaçlara, neredeyse tüm kaldırımı kaplayan seyyar satıcı tezgâhlarına, kaldırımların ve üst geçitlerin üzerine ya da merdivenlerine yayılmış dilencilere sıkça rastlamak mümkün. İşverenler, bünyelerinde engelli bireyleri çalıştırmak istemiyor, “Sen işe gelmesen de olur, biz maaşını yatırırız” diyebiliyor. Böylece resmiyette sigortalı engelli birey çalıştırıyor görünüyor ve engelli kotasını doldurduğu için devletin uygulayacağı cezai yaptırımdan da kurtulmuş oluyor. Görme engelli bireyler, hala resmi kurumlarda, noterlerde, bankalarda iki tanık huzurunda imza atmaya ya da el yazısı yazmaya zorlanabiliyor. Kısacası, yasalara rağmen görme engelli bireyler okur-yazar olarak kabul edilmiyor. Bu tür durumlarda aslında teknolojiyi kullanarak hayatın ne kadar kolaylaştırılabileceği nedense hiç akıllara gelmiyor.

İşte yukarıda kısa zamanda sıralamış olduğum gerçekler, bizim asıl gerçeklerimizdir. Tüm bunları ya da benzerlerini sürekli engelli bireylere yaşatan ve kendilerini “normal” olarak nitelendiren bireyler bilsinler ki “Herkes için Eşit, Erişilebilir, Engelsiz Hayat!” bizim daimi sloganımız olacaktır. Bizler, Dünya Engelliler Günü’nü kutlamıyoruz. Çünkü inanıyoruz ki engellilik sadece yılda bir günün gerçeği değil, her gün yaşanan bir yaşam biçimidir. Bizler var olduğumuz sürece, her eğitim ortamında, her cadde ve sokakta, sinemada, tiyatroda, konserde, restoranda kısacası herkesle aynı anda her mekânı kendi özgür irademizle kullanıncaya ve Evrensel Tasarım İlkesi’ni kendi ülkemizde de yaşamın içine yerleştirinceye kadar mücadelemize devam edeceğiz. Dünya Engelliler Günü’nü kutlayanlara kutlu olsun!

 


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.