Kızgın asfalt üzerinde yürüyen bir çocuk. Yalın ayak. Asfalt, ayaklarına yapışmış. İtilip kakılıyor ve sen görmezden geliyorsun. Sonra o meşhur duygusallığın ağır basıyor. İtip kakanlar uzaklaştıktan sonra, usulca yaklaşıyor ve çocuğun hayatını kurtarırmış gibi bir ruh haliyle üç beş kuruş uzatıyorsun. Vicdanın rahatlıyor. Hiç sekmeyen bir küçük burjuva davranışı olarak yıllarca bunun edebiyatını parçalayacaksın ama hiçbir şey yapmayacaksın şartların değişmesi için. Komşu daireden şiddet sesleri geliyor. Bir oksijen israfı, “Seni ölümüne seviyorum” dediği hayat arkadaşını dövüyor. Sevgiyle ölümü aynı cümle içerisinde kullanabilen birisinden bekleneni yapıyor yani. İçin içini yiyor. “Neme lazım” diyorsun. Oksijen israfı çekip gittiğinde, kapısını çalıyorsun komşunun ve kahve içmeye davet ediyorsun. Onu teselli etmek için kendi yaşamından şiddet anıları arıyorsun. Acılarınızı birleştirip yaranızın üzerine sarıyorsunuz. Yara, içten içe kanamaya devam ediyor ama uyuşuyor. Yüz yıllardır olduğu gibi.
Tekerlekli sandalyede bir genç sınava geç kalıyor. Halkımız, genci sırtlayıp sınav merkezine götürüyor. Evet o gencin geleceği için çok güzel bir davranışta bulunuyorlar belki. Bu tür davranışları hiçbir koşulda onaylamayan birisi olarak söylüyorum bunu. Sırtlanmamış olsa, bir kişinin yıllarca verdiği emek boşa gidecek. Sonra sosyal medyada vıcık vıcık cümleler havada uçuşuyor. Erişilebilirlik koşulları sağlanamadığı için insanların herkes gibi sınava girme haklarının gasp edilmesi kimsenin umurunda olmuyor. Umudunun arttığını söyleyenler, sırtlayan kişiyi tebrik edenler. Yani milyonlarca yeti farkı olan insanın eşit ve erişilebilir sınav hakkı, vıcık vıcık bir duygusallıkla boğuluyor. Amin Maalouf’a ait olduğu söylenen bir söz var. “Ortadoğu insanı her şeye üzülür ama bir şey yapmaz.” Ben daha farklı bakıyorum. Bizler, yaralarımızın acısını geçici de olsa dindirebilmek için hüzün basıyoruz onlara. Sızı geçici olarak diniyor. Bu geçici rahatlamanın bedeli de yaranın derinleşmesi oluyor. O geçici rahatlık karşısında yaranın kangren olduğunun bile farkında değiliz. Hortumla müsilaj temizliği yapmaya benziyor tutumumuz. Evet bu duygusallığı ben de fazlasıyla taşıyorum ve bu eleştirilerden azade değilim.
Peki daha toplumsal ve neden-sonuç ilişkisiyle düşünsek ne olurdu? O çocuğun mendil satmasını gerektiren koşulları ortadan kaldırmak için mücadele ederdik. Bunu sadece düşünmez, yapardık. Yukarıdaki ikinci örnek bu konuda umut verici. Artık kadınlar çaresizliklerini paylaşmıyor. Kendi kurtuluşları için dövüşüyorlar. Şiddet gören, ayrımcılığa uğrayan hemcinslerini yalnız bırakmıyorlar. Dimdik duruyorlar eril şiddetin karşısında. Yürüyorlar gelecekleri için. Her adımlarında toplumu ileri taşıyorlar. Parçalıyorlar önlerine konan barikatları. Tabii ki LGBT+ hareketini burada anmamak olmaz. Tüm nefrete ve barbarlığa inat, dimdik savunuyorlar kendilerini ve toplumsal özgürlükleri. En üzerinde durmamız gereken, yukarıdaki son örneğimiz. Engelli hareketinde böyle dik bir mücadele hattının olmamasının da etkisi var yaşananlarda. Yeti farkı nedeniyle, birisi sınava sırtta taşınıyor. Bilinçli bir toplumda yer yerinden oynardı. “Neden yeti farkı olan bireyler sınavlara erişilebilir koşullarda giremiyor?” Bu soru aylarca gündemde kalırdı. Bu utanç bir daha yaşanmasın diye toplumsal muhalefet devreye girerdi. Maalesef bunun tam tersi oldu. En aydın geçinenler bile soru işaretleriyle değil, ellerindeki mendillerle koştular olaya. Birkaç yeti farkı olan kişi hariç kimsenin sesi çıkmadı. Toplumsal bir aradalık duygusunu ve geleceğe güvenlerini perçinlediler. Olan bizim eşit ve erişilebilir sınav talebimize oldu. Çünkü yıllardır bu alanda verilen mücadeleleri, yapılan basın açıklamalarını, açılan davaları, basın ve toplum inatla görmüyor. Bizim silik ve uzlaşmacı tutumumuz da bunu besliyor. En temel haklarımız için dik durma, öfkelenme taleplerimiz, en yakın dostlarımızdan bile tepki görebiliyor. Kafiyeli, yarı komikli yazılarla hak talebinde bulunmak huy oldu. Oysa mücadele her zaman aynı çizgide yürümez. Elbet mizah da önemli bir araçtır ama tek başına bir işe yaramaz. Öfkeli olmak en temel hakkımız. Çünkü kişiliğimiz çiğneniyor. Ben yine daha dik mücadele ettiğimiz günlere hasretimi büyütüyorum. Hala, “Gülüm senin hasretine başını vuran yitik bir ülkenin, yitik bir ozanıyım ben” modunda umudumu büyütüyorum ve yürümeye çalışıyorum bildiğim yolda. Biliyorum ki yalnız değilim. Belki “Gerçeklikten kopuk” diyecekler. Desinler. O halde Marx’ın, Dante’den uyarladığı bir sözle veda edeyim bu ay. “Sen yürü ve onlar ne derlerse desinler.”
Not: “Gülüm senin hasretine başını vuran yitik bir ülkenin yitik bir ozanıyım ben” dizeleri Tuncay Akdoğan’a aittir.