Bir Kör, özellikle görselliğe hitap eden işleri nasıl başarır? Arkadaşları onun duygularını incitmekten korktukları için yaptığı işin eksiklerini söylemekten çekiniyorlarsa bunları doğru yapıp yapmadığını nasıl bilebilir? Missouri Ulusal Körler Federasyonu Başkanı Gary Wunder, "İncelik ve Dürüstlük arasında" adlı hikayesinde bu sorulara cevap arıyor. İşte söyleyecekleri:
Körler için en zorlu işlerden biri, öncelikle görsel etki için yapılan işleri ne kadar iyi yaptığımızı belirlemektir. Banyo aynasında çizgiler var mı? Pencere temiz mi? Gömlek kırışık mı yoksa düzgün ütülenmiş mi? Çit iyi zımparalanmış ve boyanmış mı? Bu gündelik işlerden bazılarıyla uğraşırken ele almamız gereken birkaç konu var. Bu işler Görselliğe hitap ettikleri için istediğimiz etkiyi ne derecede yaratabildiğimizi saptamamız zor oluyor. Yaratmaya çalıştığımız görsel etki, hissedebileceğimiz bir şeye karşılık geliyor mu? Çitin zımparalanması durumunda cevap “Evet”tir. Ancak pencere ya da ayna söz konusu olduğunda cevap “Hayır”dır. Dokunma duyumuzu kullanabiliyorsak işimizi doğrulamak için dokunma eylemi, aradığımız olumlu sonucu değiştirir mi?
Boyama işini kontrol etmek için çite dokunmanın, boya kuruduysa muhtemelen uzun süreli bir etkisi olmayacaktır ancak kişinin çabalarının başarılı olduğunu görmek için aynaya veya pencereye dokunması, muhtemelen amaçlanan iyi işi bozması için büyük bir mesafe kat etmesini sağlayacaktır.
Tatmin edici bir görsel etki elde etme çabası sadece ev temizliği ve basit ev onarımlarıyla sınırlı değildir. Giydiğimiz kıyafetlerin bir kısmı, sıcak tutmak gibi işlevsel bir ihtiyacı karşılamak içindir. Ancak nasıl giyindiğimizin önemli bir bölümü, içinde yaşadığımız topluluklar tarafından tanımlandığı şekilde görsel olarak çekici görünmekle ilgilidir.
Çocukluğum bir çiftlikte geçti ve orada iyi giyinmek, iki ya da üç günde bir temiz bir kot pantolon ve temiz bir gömlek giymek ve ara sıra spor ayakkabılarını yıkamak anlamına geliyordu. Lise, üniversite ve nihayetinde profesyonel bir işe girdikten sonra iyi giyinme kurallarının değiştiğini gördüm. Artık ütülenmiş beyaz bir gömlek, iki veya üç parçalı güzel bir takım elbise ve yeni boyanmış Brogue ayakkabılar giymem gerekiyordu.
Benim ailemde bir çift Brogue ayakkabı almak büyük bir olaydı. Geçimini ev ve diğer binaların yapımında kullanılan büyük iş makinelerini çalıştırarak sağlayan bir ailede Brogue ayakkabılar gündelik giyimin parçası değildi. Brogue ayakkabılar, düğünlerde ve cenazelerde ortaya çıkan özel günlere ait kilise ayakkabılarıydı.
Evde geçirdiğim 18 yıl boyunca babamı süslü bir çift ayakkabıyı iki ya da üç kereden fazla boyarken görmediğimi sanıyorum. O zaman bile onu bunu yaparken görme deneyimim, ayakkabıları bir bezle, süngerle ya da her ne kullanıyorsa onunla ovarken çıkardığı sesi dinlemek anlamına geliyordu.
Ayakkabı boyasının kokusuna aşinaydım ve ayakkabıların görünümünü iyileştirmek için boyandığına dair genel bir fikrim vardı ancak bir çift ayakkabıyı kendim boyamayı hiç denememiştim. Bu işi deneme fikrini dile getirdiğimde, ayakkabı boyasının çok pis ve elden çıkarılması oldukça zor olduğu ve bundan uzak durmamın iyi olacağı uyarısı ile karşılaşmıştım. Elbette tüm bunlar, Brogue ayakkabılar bir lüks olmaktan çıkıp iş kıyafetimin önemli bir parçası olmaya başlayınca değişti. Onları günlük olarak iki hafta giymem, muhtemelen ben çocukken bu tür ayakkabıların bir yıl boyunca kullanmama eşdeğerdi. Kısa süre sonra ayakkabıların bakımlarıyla ilgilenmem gerektiği aşikâr oldu, aksi takdirde görünüşümü şıklaştırmaktan ziyade kötüleştireceklerdi.
İlk boya alışverişim için eczaneye gittiğimde, boyanın sıvı ve balmumu olmak üzere iki türde olduğunu öğrendim. Hangisini almalıydım? Eczacının yaptığı açıklama beni balmumunun kullanımının daha kolay olacağına ikna etti, ben de parayı uzattım ve ilk boyayı denemek için eve gittim.
İlk varsayımım, ayakkabının görünümünü iyileştiren şeyin, tıpkı ekmeği fıstık ezmesiyle kaplamak gibi onu boyayla kaplamak olacağıydı. Boyanın ayakkabılar için koruma görevi göreceği fikrine kapıldım ve bu yüzden cesaret edebildiğim kadar çok koruma uyguladım. Ellerime boya bulaşması konusundaki uyarıları hatırlayarak boyayı süngerle sürdüm ve üzerime bulaşmaması için çok özen gösterdim. Tanrı korusun, ellerime bulaşması halinde çıkarmanın ne kadar zor olacağına dair açıklamalardan ayakkabı boyasının zehire yakın bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştım ve üzerime bulaşması halinde sarhoş bir dürtüyle vücutlarına dövme yaptıran ve daha sonra bu hatanın sonuçlarını hayatlarının geri kalanında taşımak zorunda kalanlar gibi sonsuza kadar iz bırakacağıma inandım.
Ayakkabılarımı bir gören arkadaşımın ilk incelemesine sunduğumda, bana boyayı çıkarmayı başaramamışım gibi göründüğünü söyledi. Önceki açıklamamdan da anlayabileceğiniz gibi ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Açıkladığı üzere, görsel efektin boyanın sürülmesi ve ardından titizlikle çıkarılmasıyla bir ilgisi vardı, sonuçta ayakkabının görünümünde bir iyileşme oluyordu.
Böylece, ayakkabı parlatma sanatına dair yeni bir anlayışla cömertçe sürdüğüm boyayı çıkarmak için bir havluyla şiddetle ovalayarak ayakkabılarım üzerinde çalışmaya başladım. İkinci bir inceleme bana ilkinden daha yüksek bir puan getirdi ancak parlatmamda hala büyük sorunlar vardı. Sadece çok fazla boya kullanmakla kalmamış, aynı zamanda boyayı özensiz ve tutarsız bir şekilde uygulamıştım.
Tüm bunlardan daha da kötüsü, (dehşetin dehşeti) bu kez ellerime gerçekten ayakkabı boyası bulaştığını öğrendim. Birkaç dakika için ayakkabılarımın durumunun hiçbir önemi yoktu. Önemli olan tek şey, beni sonsuza dek ailesinin sevgi dolu tavsiyelerini hiçe sayan ve ayakkabı boyasını deneyen -evet, gerçekten deneyen- dikkatsiz ve talihsiz kör adam olarak etiketleyecek bu korkunç kazayı nasıl atlatabileceğimi bulmaktı.
İçime çekmemiş olmamın bir önemi var mıydı? Sabun, su ve birkaç kez tekrarlanan kuvvetli el yıkama işleminin bu maddenin tüm izlerini yok edeceğini öğrendiğimde çok rahatladım. Ve böylece, bir kez daha iş başına döndüğümde ellerimi sadece boyayı uygulamak için değil, aynı zamanda tutarlı bir şekilde yaydığımdan emin olmak için kullanma özgürlüğüne sahip olduğumu bilerek yaptım.
Bir süre sonra, ayakkabı boyama çabalarım niteliksiz başarısızlıklardan daha makbul bir şeye dönüştü. Bu şeyin tam olarak ne olduğunu söyleyemem ancak havaalanında boyatmak için para ödediğim ayakkabıların bana iltifat getirdiğini, kendi boyadığım ayakkabıların ise sadece sessizlik getirdiğini fark etmeye başladım.
Aileme ya da arkadaşlarıma ayakkabılarımın durumunu sorduğumda ve onları bir gece önce parlattığımı söylediğimde, her zaman üzerinde çalışmışım gibi göründüğü söylenirdi. Bundan sonra sohbet, ayakkabıların görünümünden temizliğin erdemlerine ve kişinin dış görünüşüne dikkat etmesine doğru kayardı. Muhtemelen benden daha becerikli olan pek çok kişi ayakkabılarını tamamen ihmal ederken benim ayakkabılarıma önem vermem ve onları parlatmaya zahmet etmem takdire şayandı.
Havaalanında boyanan ayakkabıların iltifat gördüğünü, benimkilerin ise görmediğini bildiğimden yaptığım işin kalitesinin bir şekilde ayakkabı boyama uzmanlarınınki kadar iyi olmadığını varsayıyordum. Ayakkabı boyalarımın nasıl farklı olduğunu öğrenmeye çalışmak için arkadaşlarımdan işimi eleştirmelerini ve parlatmayı iyileştirmek için bana önerilerde bulunmalarını isterdim.
Yine sohbet kısa bir süre sonra yaptığım işten, onları önemsememin ve parlatmak için zaman ayırmamın ne kadar harika olduğuna geçerdi. Ne kadar yalvarıp yakarırsam yakarayım ve hangi güvenilir arkadaşıma sorarsam sorayım, parlatma denemelerimin görünümünü nasıl iyileştirebileceğim konusunda neredeyse hiç öneri almadım. Zaman zaman ayakkabı boyalarımı değerlendirme sorununu düşünür ve gerçekten bir sorun olup olmadığını merak ederdim. Belki de sadece hoş olmayan bir güven eksikliği gösteriyordum ve asıl sorun ayakkabılarımdaki parlaklık değil, kendime olan güven eksikliğiydi.
Bana tavsiyede bulunan insanlar gerçekten değerli dostlarımsa, neden ayakkabılarımın iyi göründüğü konusunda onların sözüne güvenmiyordum? İnsanın saçını bir profesyonel tarafından kesip şekillendirdiği gün, kendi yıkayıp taradığı sonraki günlere kıyasla her zaman daha fazla iltifat aldığı doğru değil miydi?
Ayakkabı boyalarımın değerlendirilmesini kabul etme konusundaki çekincemin kökleri, ben bir delikanlıyken meydana gelen bir olaya dayanıyor. Ailem zaman zaman kör biriyle ya da kör birini tanıyan biriyle tanışır ve benim de tanışmak isteyip istemediğimi sorardı. Böyle bir vesileyle annem, küçük kasabamızdaki arkadaşlarını ziyaret eden kör bir çiftle tanışmamız için fırsat buldu. Annemle bunun iyi bir şey olacağı konusunda hemfikirdik. Böylece, bir cumartesi öğleden sonra kör çiftin aşağıya inmesini beklemek üzere oturma odasına götürüldük. Kör adamın arkadaşları için döşediği mobilyalara oturduk ve yaptığı iş çok beğenilirken fısıltılı seslerle bir sandalyenin kolundaki kusurdan bahsetmememiz konusunda uyarıldık. Adamın yaptığı işten büyük gurur duyduğunu ve arkadaşlarının, bu takdire şayan çalışmayı gölgeleyen iz, çizik, leke ya da her neyse ondan bahsetmeleri halinde duygularının incineceğinden endişe ettiklerini anlamıştık.
Açıkçası kusurun tam olarak ne olduğuna pek dikkat etmedim, küçük sırrımızla yetişkinlerin güvenini kazanmış olmak gururumu okşamıştı. Sırrı bilmekten ve saklamaktan biraz rahatsızlık duydum ama bu rahatsızlığın kaynağı bir süre aklıma gelmedi. Kendimi gerçekten bir yetişkinmişim gibi hitap edilmeme kaptırmıştım (ve on dört yaşındayken kesinlikle öyle olduğumu biliyordum). Eğer yetişkinler gizlenmenin doğru yol olduğunu düşünüyorlarsa bu konuda onlarla tartışmak, odadaki yetişkinliğe adım atmış en yeni kişi olan bana düşmezdi. Ayrıca, kör adam için ben de üzülmüştüm, o zaman onun bir şekilde benden çok farklı olduğuna inanmıştım ancak sonra şansım yaver giderse bir gün benim de onun gibi bir kör adam olacağımı çok sonra fark ettim.
Az önce anlattığım gün, hoş ve kör bir çiftle tanıştım; biraz yiyecek ve içecek paylaştık. Ancak o günden aldığım ders, iki yeni tanıdığın ve tatlı sohbetin çok ötesine geçti. Öğrendiğim şey, hayırseverlik ve incelik adına, yapabileceğim herhangi bir şey hakkında bana samimi ve tarafsız bir değerlendirme yapmalarının birlikte çalıştığım pek çok kişi tarafından kabul edilemez olarak değerlendirileceğiydi.
O kör adama vermeye çok istekli olduğum sadaka bana geldiğinde hoş karşılamamıştım ama benim bunu hoş karşılayıp karşılamamam önemli değildi çünkü bu şüpheli sadakayı verip vermeme kararı bir başkası tarafından verilecekti. Bu kişinin iyi bir arkadaş olması ya da aramızda güçlü güven bağları olması önemli değildi. Aslında paylaştığımız dostluk, arkadaşlarımın gizlilik içinde hareket etmeleri için en güçlü ve en zorlayıcı neden olabilirdi. Bu arka plan göz önüne alındığında, belki de neden ayakkabılarım hakkında samimi ve tarafsız bir değerlendirme yaptırmanın bir yolunu aradığımı anlayabilirsiniz. Bu ilham bana bir sabah Ulusal Körler Federasyonu'nun sponsor olduğu bir etkinliğe katılmak üzere taksiye binerken geldi. Beni götüren taksi şoförü oldukça iyi tanıdığım biriydi; ikimiz de bilgisayarlara, beyzbola, siyasete, dine ve taksimetrenin sürekli tıkırtısından rahatsız olmamak için konuşulabilecek her türlü konuya ilgi duyuyorduk.
Taksi şoförü beni "Ee delikanlı, günün nasıl geçti?" sorusuyla karşıladığında bende yoğun bir gün olduğunu, kahvaltıya gittiğimi, ayakkabılarımı boyatmaya gittiğimi ve şimdi de havaalanına doğru yola çıktığımı söyledim. Taksi şoförü ayakkabılarıma bakarak "Demek bu sabah gidip ayakkabılarını boyattın, öyle mi?" dedi. “Evet” dedim, onları parlatmanın önemli olduğunu düşünüyordum ve bugün bu işi yapmak için en uygun gün gibi görünüyordu. Taksi şoförü daha sonra beyzbol konusuna ve o sırada Dünya Serisi'nde mücadele eden St. Louis Cardinals ile Kansas City Royals arasındaki rekabete döndü. Maçla ilgili yorumunun tam ortasında duraksadı ve neredeyse bir kenara çekilerek "Bu sabah ayakkabılarını boyattın, değil mi?" diye sordu. “Evet” dedim, “Aslında uyusam iyi olurdu ama sabah erkenden gidip onları boyattım.”
Daha sonra şoförün yorumu beyzboldan bilgisayarlara geçti, kendisi amatör bir bilgisayar meraklısıydı ve benim de bir bilgisayar programcısı olduğumu biliyordu. Sisteminin daha verimli çalışmasını sağlamak için sık sık benden bilgi alırdı. Yine, IBM'in hakimiyeti ve piyasadaki diğer sistemlerin üstünlüğü hakkındaki güçlü görüşlerinin tam ortasında şoför sözünü keserek "Demek bugün ayakkabılarını boyattın, hee?" dedi. Yine olumlu cevap verdim.
Havaalanına yaklaştığımızda küçük şehrimizi sarsan yeni bir cinayet hakkında konuşurken sohbet, bilgisayarlardan suça kaydı. Suçun kapımızın hemen dışında pusuda beklediği bu dünyanın üzücü durumu hakkındaki konuşmasının ortasında bir kez daha sözünü kesti ve "Söyle bana delikanlı, ayakkabılarını parlatmak için senden para alan o ahlaksız pislik---- kimdi?" dedi.
Brogue ayakkabılarımın görünüşü hakkında muhtemelen tarafsız bir yargıya varmış olsam da bu öfkeli adamın gidip benim adıma hayali ayakkabı boyacısıyla hesaplaşmak isteyebileceği ihtimalini hesaba katmadığımı fark ederek kekeledim. Sorunun etrafında dolanıp durdum ve ne tür bir iş yaptıklarını sordum. Taksi şoförünün beyzbol, bilgisayar ve suçlar hakkında -ki burada bir suçun işlendiğinden emindi-, söyleyecekleri olduğu kadar ayakkabılarım hakkında da söyleyecek çok şeyi vardı.
Şoförye göre, ihmalkâr boyacı sanki ayakkabının sadece burun kısmı görünecekmiş gibi yapmıştı işini. Büyük bir duygusallıkla ayakkabıların yan taraflarında hala boya izleri olduğunu ve topukların hiç dokunulmamış gibi göründüğünü açıkladı. Evet, taksi şoförünün bakış açısından hala bir suç meselesi hakkında konuştuğumuz açıktı ve bana o ayakkabı boyasını veren her kimse ondan uzak durmalıydım.
Şimdi en azından elimde üzerinde çalışabileceğim bazı veriler vardı. Bu işi önemsememin ne kadar harika olduğu ve bu işe kalkışmamın ne kadar cesurca olduğu sürecini aşmıştık. O zamanlar bu eleştiri kulağa ne kadar kötü gelse de artık sadece ayakkabının burnunda bile olsa kaliteli bir parlaklık sağlayabileceğime inanmak için nedenlerim vardı. Ayakkabı boyasını sürerken ve çıkarırken daha düzenli olursam işimin gerçekten de kabul edilebilir olacağını düşündüm.
Şaşırtıcı olan ve büyük faydasını gördüğüm bir şey de ayakkabının sorun yaşadığımı bildiğim belirli bölgeleri hakkında arkadaşlarıma soru sorduğumda her ne hikmetse, onların da kendi yapıcı eleştirilerini sunmakta özgür hissettikleriydi.
Bu hikâyeyi, kızımın Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en iyi üniversiteye gidebilmesi için gelirimi desteklemek amacıyla geceleri ve hafta sonları çalışacak kadar başarılı bir ayakkabı boyacısı olduğumu söyleyerek bitirebilseydim keşke. Umarım okuyabilir ancak benim günlük işimden sağlayabileceğim gelirden daha fazlasına ihtiyacı olursa bunu kendi başına kazanmanın bir yolunu bulması gerekecek.
İşin aslı şu ki, benim ayakkabı parlatmalarım ustaların sunduklarıyla aynı kalitede değil. Yine de ayakkabı parlatma becerim en azından artık ara sıra iltifat almamı sağlıyor ve yaptığım iş normalde bir zamanlar alametifarikam ve imzam olan o el değmemiş lekelerden ve boya lekelerinden arınmış oluyor.
Ulusal Körler Federasyonu'ndaki çalışmalarım sırasında bazen eyalet kongrelerine katılmam isteniyor ve bu hikâye, konuşmalarımda yer buluyor. Bu hikâyeyi ilk kullanmaya başladığımda amacım oldukça ciddi bir yemek konuşmasına mizah katmaktı. Daha sonra bu hikâye, biz körlerin bazen başkalarının bize vermekten korktuğu görsel bilgilere ulaşmak için nasıl zeki olmamız gerektiğini açıklamak için kullanabileceğim bir araca dönüştü.
Diğer zamanlarda bir konu hakkında verdiğim dersin beni, dağıtacak büyük bilgelik incileri olduğunu düşünen biri gibi gösterdiğini düşündüğümde araya biraz kendini küçümseyen mizah katmak için hikâyeyi anlattım. Ancak bu hikâyeyi anlatırken amacım, birbirimizle ilişkilerimizde nasıl bir dengeye sahip olmamız gerektiğine işaret etmektir. Körler olarak hayırseverlik adına insanların bazen bilmemiz gerektiğini düşündüğümüz şeyleri bize söylemekte isteksiz davranacaklarını anlamamız gerekir. Eğer bu bilgiyi istiyorsak körlük onu elde etmenin bir yolu üzerinde çalışmamızı gerektirecektir.
Denge, bu gerçeği basitçe kabul ettiğimizde ve ihtiyacımız olan bilgiyi almak için fazladan çaba sarf etmek zorunda kaldığımız için kendimizi tükenmiş hissetmeyi bıraktığımızda devreye girer. Denge, bir durumda bizi hayal kırıklığına uğratan hayırseverlik ve incelikin eğitim almak, bir işe girmek ve toplumumuzda dolu dolu yaşamak için bir şans istediğimizde bize uzanan aynı hayırseverlik ve incelik olduğunu fark ettiğimizde devreye girer.
Gerçeğin tamamını öğrenememiş olabileceğimiz şüphesi, biz körlerin de insanlara eleştirel gelebilecek bilgiler verme konusunda, onlardan kullanamayacağımızı ya da gerçekten istemediğimizi düşündükleri bilgileri istediğimizde bazen görenlerin olduğu kadar suskun olduğumuz bilgisiyle yan yana yaşamak zorundadır.
Incelik ve dürüstlük arasındaki çizgide yürümek, kör ya da gören hiç kimse için kolay değildir ancak her ikisinin de var olduğu ve her ikisinin de yolculuğumuzda bize yardımcı olmak için kendi farklı işlevlerine hizmet ettiği için minnettar hissederek konuyu terk ediyorum.