1962 yılının 12 Mayıs günü 1-0 yenik açmışım az gören gözlerimi dünyaya. 61 yaşında, tamamen kör bir bireyim artık. Yanlış anlaşılmak istemem. Amacım, “Ah kör oldum. Aman bu acıyla yaşamak çok zor” gibisinden insanlarda acıma duygusunu zirvelere taşıyacak, salya sümük ağlatacak bir yazı kaleme, ne kalemi, klâvyeye almak değil.
Ülkemizde engeli ne olursa olsun her engellinin yaşadığı sorunlar birbirine benzer az çok. Kendinizi kanıtlayıncaya kadar ailenizle çatışırsınız. Öğrencilik hayatınız boyunca okul ortamıyla, ömrünüz oldukça da toplumla veeee caddelerle, sokaklarla çatışırsınız. Hele cadde ve sokaklarla tekme tokat kavga edersiniz resmen.
Belediyelerimizin engellilerden değil de kendilerinden yana olmasının rahatlığıyla iyice cesaretlenen her cadde ve sokak size der ki: “Kardeşim, görmüyorsunuz ya da yürüyemiyorsunuz. Ne diye engelsiz insanlar gibi fink atmak istersiniz üzerimizde?.. Zaten yeterince ağırlık taşıyoruz, bir de sizleri mi taşıyacağız?.. Hem sizin ağırlığınız engelsiz insanların ağırlığına benzemiyor. Engelsiz insanların sevimli ayaklarıyla bizleri adımlamaları, o canım otomobil tekerleklerinin üzerimizde masaj yaparcasına gezinen okşayıcı ağırlığı altında çok mutluyuz. Tekerlekli sandalyelerinizin tekerlekleri sinirimize dokunuyor. Koltuk değneklerinizin uçları oramıza buramıza batıyor, her yanımız acıyor, keyfimiz kaçıyor. Beyaz bastonlarınızla gezdiğiniz zamanlar fena gıdıklanıyoruz.” Rahat rahat dolaşamayasınız, günlük yaşama katılamayasınız diye ellerinden geleni artlarına koymazlar.
Sırtında torbası, elinde âsası, ayaklarında çarıklarıyla yollara düşen eski bir derviş misali yol arkadaşım sevgili beyaz bastonumu alır, düşerim yollara ben de. Artık devir değişti. Omzumda çantam, ayaklarımda spor ayakkabılarım var. Âsam da katlanabilir beyaz bastonum.
Üç katlı apartmanımızın bahçe kapısını açıp dışarı adımımı atar atmaz, kaldırım kenarına dizi dizi sıralanmış otomobil kardeşlerim hep bir ağızdan “Hoş geldiiiinnnn!” diye bağrışırlar. Ah, beni nasıl da seviyorlar bir bilseniz! Bir türlü bırakmak istemiyorlar. “Acelem var” diyerek güç belâ uygun bir aralık bulup "Bu ne sevgi aaahhhh, bu ne ızdırap?" şarkısı dilimde “Hoşça kalın” anlamında el sallayarak yoluma devam ediyorum. Dönüşte yine görüşeceğiz keratalarla. Gideceğim yere varıncaya kadar yanımdan, yöremden geçen ve sonsuz sevgilerini sunmak için can atan diğer otomobil kardeşlerime yüz vermiyorum vallahi. İşim gücüm var benim. Sevgi açlığı çekenlerle mi uğraşacağım bir de?..
Kaldırımlar bizleri hiç sevmeyen cadde ve sokakların önemli uzuvlarından olduğundan beni üzerlerinden atmanın zamanını kolluyorlar yeminle. Hemen hiçbiri dümdüz ve alçak değil. İnişli-çıkışlı, pütürlü, pürüzlü. “Kör kafasını vursun da feleğini şaşırsın ya da dünyasını değiştirsin de tamamen kurtulalım” diye konmuş hissini uyandıran alçak panolarla güzelliklerine güzellik katılmış durumda. Bir de orta yerlerine açılmış çukurlara dikilmiş ağaçlar. Özellikle benim gibi kemik erimesi olan körler bir anlık dalgınlıkla o çukurlara basıp ya da bastonu takılıp düşsün de bir de yürüme engeliyle tanışsın diyerek düzenlenmiş mübarekler.
Bensizliğe bir an olsun katlanamayan otomobil kardeşlerim kaldırımlarda da hazır ve nâzır yolumu gözlerler her daim. Kimi zaman da bisikletli bir vatandaş neredeyse sürtünme mesafesinde yanımdan vııızzzztttt diye geçip gider. Hoplayıp zıplayamayacağıma; türkülerimizde, halk şiirimizde sözü edilen keklik sekişli hatunlardan olamayacağıma göre mecburen bastonumdan yardım istiyorum. Engebelerden, pürüzlerden bastonum çarçabuk ihtiyarlıyor; elden, ayaktan düşüyor. Bu durumda yaşlı ana babasını acımasızca başından atan hayırsız evlât misali yaşlı bastonumu bırakıp daha gencini alıyorum taaa ki o da elden, ayaktan düşünceye kadar. Kimi zaman öyle yüksek oluyorlar ki inip çıkarken ayaklarıma kara sular da hücum ediyor hurraaaaa diyerek. Ortopedik engelli bir insan mümkün değil inip çıkamaz ve rahat dolaşamaz.
Bu durumları yaşarken bir de yağmur başlarsaaaa. Şenlik oluyor şenliikkk. Belediyelerimiz doğasever olduklarından yolları doğru dürüst düzeltme gereği duymuyorlar. Yağmurla meydana gelen gölcükler doğal ve muhteşem bir manzara oluşturuyorlar herhalde. Göremediğim için çok şey kaçırıyor olmalıyım. Hele otomobil kardeşlerimin gölceyizlerden geçerken fooooşşşşş diye üzerime su püskürtmelerinde kızacak bir şey yok. Bana olan sevgilerini böyle sulu şakalarla perçinliyorlar yaramazlar. Yazın İzmir'de yağmur yağmıyor ki. Göle ya da denize ayaklarımı sokmuş kadar olacak, belediyelerimize dua edeceğim. Diğer mevsimlerde neredeyse dizlerine kadar suya giren körün romatizmaya yakalanması işten bile değil. Koltuk değneği ya da tekerlekli sandalye kullanan engeldaşlarım bu şenliği nasıl yaşıyorlar bilemiyorum.
Cadde ve sokakların umurunda mı?.. Bıyık altından kıs kıs gülüyorlar. Seni ve engeldaşlarını istemiyoruz işte. Amma da arsızsınız. Çağırılmayan yere davulcuyla zurnacı gidermiş. Sizin yüzünüzden kahvehaneler, restoran ve lokantalar rahat rahat sandalyelerini dışarı çıkaramıyorlar. Dükkân sahipleri mallarını kapılarının önünde gönüllerince sergileyemiyorlar. İlle de tutturuyorsunuz “Bizim de haklarımız var. Biz de özgürce gezip tozmak istiyoruz” diye. “Oturun evinizde, ailelerinizin dizi dibinde. Onlar size bakar. Rahat mı dürtüyor nedir!..” feryatlarıyla bağırıp çağırmaktan, dırdırdırdırdır söylenmekten de geri kalmıyorlar.
Ben ve engeldaşlarım; vız gelir, tırıs gider. “BİZ DE VARIIIIZZZZZ!..” diyerek inadına ortalıkta fink atmaya devam ediyoruz.