Toplam Okunma 0

“Bunun sahibi nerede?”, “Böyle zor olmuyor mu?”, “Tek başına neden sokağa çıktın?”, “Nereye gideceksin?”, “Senin kimsen yok mu?”, “Ben kimim hatırladın mı?”, “Senin kalp gözün açıktır; benim X işim var; sence ne olacak?”, “O taraftan değil; buradan gideceksin.”, “Nerede olduğunu biliyor musun?”, “Şunu bir yere oturtun.”, “Şimdi kaldırımdan düşecek. Aaaaa! Düşmedi.”, “Sen bütün telefon numaralarını ezbere biliyorsun değil mi?”, “En küçük sesi bile duyabilirsin değil mi?”, “Üzülme Allah gözünü almış ama çok iyi duyabiliyorsun; üstelik de çok zekisin.”, “X komşunun oğlu/kızı, kör haliyle başarabildiyse; sen de yaparsın.”, “Engeline rağmen başardı.”… Bu liste uzar gider.

Yukarıdaki cümleler tanıdık geldi değil mi? Her gün en az birini duyuyoruz bu cümlelerin. Peki neden? Bir görme engellinin yolda giderken bir yere çarpması olay olur. Ama gören birisi çarptığı zaman dalgındır, o kadar. Tekerlekli sandalyedeki birisi, kaldırımdan inemediği için düşerse, sokakta tek başına ne işi vardır; yürüyebilen birisi düşerse, görülmez kazadır. Yine görme engelli birisi, sadece bir kez görüştüğü birisini tanımak zorundadır; ama gören birisi tanımasa da ne olacak canım sadece birkez görmüştür. Daha çok çoğaltılır bu örnekler. Peki, bu her gün maruz bırakıldığımız tavırlar bizi nereye sürüklüyor? Kimlere nasıl zarar veriyor? Hangi davranışları özgürce yapmamızı engelliyor? Sadece çoğunluktalar diye, yeti kaybı olmayan insanların yarattığı toplum düzeninde, atacağımız her adım için kaç kez düşünüyoruz? Aslında sadece insan olmamız sebebiyle sahip olmamız gereken haklarımızı elde etmek için neden mücadele vermek zorundayız? Neden toplum engellilerle uyum içinde yaşamak için eğitim almıyor da engelli bireyler rehabilitasyon eğitimi almak zorunda kalıyor? Eminim bu sorular zaman zaman hepimizin aklından geçiyordur.


Yakın zamanda okuduğum bir kitap daha çok düşündürdü bunları bana. Kitabın ismi Karanlığın Hızı. Metin halini GETEM’de bulabilirsiniz. Kısaca anlatayım. Bir şirkette, otizmli bireylerden oluşan bir bölüm var. Şirket aynı zamanda bir eczacılık firması ve otizmli bireylerin beyin aktivitelerine müdahale ederek onları normale çevirmeyi hedefleyen bir tedavi için bu bireylerden denek olmalarını istiyor. Kitap orada çalışanlardan birisinin ağzından anlatılmış. Anlatıcı bir apartmanda yaşıyor, veri çözümleme uzmanı olarak çalışıyor, araba kullanıyor, eskrim ile ilgileniyor. Kısacası toplumun normal kalıbında ondan istediği tüm davranışları yerine getiriyor. Ancak otizmli ve bazı özel ihtiyaçları var; örneğin şirkette bir spor salonu, odasında dönen rüzgârgülleri gibi. Toplumun normal kalıbından tek farkı bu özel ihtiyaçları. Ama düşünün bir kere, kim istemez ki çalıştığı yerde bir spor salonu olsun ve arada bir rahatlamak için gidip biraz çalışsın. Ya da odasında, masasının üstünde onu mutlu edecek objeler bulundursun. Yine kahramanımız, eskrim araçlarını arabasında taşıyamadığını; normal bireylerin bu araçları arabasında taşımasının sorun olmadığını ancak kendisinin arabasında bu tarz araçlar bulunursa raporuna şiddet eğilimli yazılacağını ifade ediyor ve kendisini takip eden doktora da eskrim sporu ile ilgilendiğini söylemiyor yine aynı gerekçe ile. Kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Burada daha fazla detay vermeyeceğim. Ancak ben okuduktan sonra topluma yönelik algı ve sorgulama tekniklerim çok değişti. Bu kitap hakkında daha sonra tekrar konuşacağız; şimdi konumuza dönelim.

Birçok arkadaşımız, çok düzgün yürüyemeyeceğinden ya da aradığı yeri bulamayacağından korktuğu için sokağa çıkmıyor. Birilerine yol sormaktan çekiniyor. Çünkü o yol sorarsa “Sokakta ne işi var?” ya da “Kimsesi yok mu?” tepkisiyle karşılaşıyor. Birçok arkadaşımız dışarı çıksa bile herhangi bir konuda insanlarla diyalog kurmaktan kaçınıyor. Toplumun ?,9’u işaret dili bilmediği için, işitme engelli arkadaşlarımızın dünyaları bize kapalı kalıyor. Tekerlekli sandalyeli ya da koltuk değnekli bir arkadaşımız rampa önüne park etmiş aracı kaldırtmak istediğinde, hakkı gasp edilen araç sahibiymiş gibi davranılıyor. Etrafımız öylesine kalıplarla sarılmış ki, bazen bu kalıpları kırmak için mücadele etmek hepimizi yoruyor. 

Sözünü ettiğim kitabı okuduktan ve bunca yıllık deneyimlerimle birleştirdikten sonra şöyle bir sonuca vardım arkadaşlar. Toplumun temel bazı kuralları vardır; düzene aykırı hareket etmemek bunların başında gelir. Peki, nedir düzeni bozmamak? Sadece Evrensel Ahlak Kuralları ile belirlenmiş etik kurallara uymak ve kanunlarla belirlenen ve suç olarak tanımlanan yasakları ihlal etmemek. Onun dışında; düzgün yürüyememek, gideceğin yeri bilmemek, kaldırımdan düşmek, bir yerlere çarpmak, bineceğin otobüsü başkasına sormak, sipariş vermek için garsondan menüyü okumasını rica etmek, tekerlekli sandalye ya da koltuk değneği ile çıkamadığın kaldırıma çıkabilmek için yardım istemek, konuşamadığın için derdini işaret dili ya da yazı ile anlatmak bizim eksiğimiz değil ve hiçbir Evrensel Ahlak ya da hukuk kuralını ihlal etmez. Mademki bu toplum kendi kendini eğitmiyor, mademki çoğunluğa uygun düzen kurmaya devam ediyor, mademki erişilebilirliği sağlamıyor, o zaman tüm bunları yaptırmak bizim elimizde. Topluma, en az onlar kadar normal olduğumuzu, bu dünyanın, onlar kadar bizim de olduğunu, sadece çoğunluğu oluşturuyorlar diye, kendilerini ayrıcalıklı hissetmemeleri gerektiğini anlatmak zorundayız. Bu nedenle, haydi, herkes sokaklara, tiyatrolara, sinemalara, kafelere, lokantalara, toplu taşıma araçlarına; “Biz de varız!” demeye.

Not: Tüm bu konularda ne düşündüğünüzü yazının başındaki e posta adresinden benimle paylaşır mısınız


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.