Toplam Okunma 0

"Ya iç denen alan, daima bir dışsal travmadan, bir dıştan oluşuyorsa? Hep orada olmuş doğal bir hazine değil, bir arızaysa iç dünya?" diye sorar Nurdan Gürbilek 'Taşra Sıkıntısı' başlıklı denemesinde. Kimlik, kişilik ve hatta arzu bile toplumsal olan aracılığıyla kuruluyor, dolayımlanıyor ve aktarılıyor. Kişiliğin en büyük biçimlendiricisi aile; toplumsal normlara göre kuruluyor, işliyor, böylece birey kişiliğini toplumsal olan aracılığıyla kazanmış oluyor. Yine hem içsel hem dışsal olarak bireyi en kuvvetli şekillendiren etkenlerden biri kimlik, toplum tarafından kuruluyor, sürdürülüyor. Bütün ilişkilerinişlerimiz, anne/baba-çocuk, öğretmen-öğrenci, dostluk yahut aşk, toplumsal normlardan bağımsız değil. Lacan, arzunun özne-nesne doğrusallığı dışında bir üçüncüye, bir modele ihtiyaç duyuşunu ve bu biçimiyle aslında toplumsal bir olgu olduğunu yazıyor. Bütün bunlar böyleyken bireyin toplumsal olandan bağımsız olması söz konusu olamaz. Bu aynı zamanda tecrübenin ortaklığına da az ya da çok işaret ediyor.

Tecrübenin ortaklığı fikri ümitli bir düşünce. Bir kaç ay önce Facebook durumlarımdan birinde "Ümit ancak çoklukta ve genişlikte var." diye yazmışım. Tecrübe üzerine düşünmek, kendimizden yola çıkıp başkalarını anlamak yahut başkalarının hikâyelerinde kendimize ait bir şeyler bulmak insanı ferahlatıp onu genişleten bir şey. Öyle ya, hayatım boyunca hikâye, kurmaca, hayatımın en vazgeçilmezlerinden biri oldu. Kurmaca üzerinden hem kendimin hem başkalarının tecrübelerine yol buldum. Değil mi ki şu hayatta anlamaktan, anladığında güzellikler bulmaya çalışmaktan daha sahici bir şey yok. Engellilik kimliğimi keşfetmek, üzerimdeki etkilerini izlemek hayatımın en büyük tecrübelerinden biri. İşte ben bu yazıda bu tecrübemin hikâyesini anlatacağım. Aslında benim bu tecrübem biraz daha karmaşık ve çift boyutlu bir keşif. Ben kendi engellilik kimliğimi tanırken bir taraftan da benim dışımdaki bir kimliği, bu sefer millet üzerinden kurulmuş bir azınlık kimliğini tanıdım, bulduğum paralellikler beni çok şaşırttı. Nereden başlamalıyım, nasıl bir yol izlemeliyim tam olarak bilemiyorum açıkçası. Sanırım kronolojik bir düzenin ötesine geçip gerekli yerlerde geri dönüşler vermek daha iyi bir yöntem olacak.

2014'ün sonları, Kobane'de savaşın patlak verdiği dönem. Üniversitede ikinci senem. Başka bir kör arkadaşımla birlikte kampüsteyiz. Politik gerginliğin etkisindeyiz, hararetle birbirimizle konuşuyoruz, öfkeli ve asık suratlıyız. Yanımıza iki kadın geliyor. Engelimizle ilgili konuşmak istediklerini söylüyorlar. Onlarda lafa nasıl gireceklerinin, sözü nereden nasıl tutacaklarının endişesi; bizde gündemin gerginliği ve belki biraz da aynı sorularla onlarca kez muhatap olmanın getirdiği sıkıntı. Bocalıyoruz, sohbet bir türlü kıvama gelmiyor. En son şu an hatırlayamadığım bir şey soruyorlar Merve ve Pervin, ben de nihayet bir şeyler söyleyebilecek olmanın heyecanıyla cevap veriyorum. "Bence," diyorum. "Engellilik kimliğinin keşfinin üç aşaması var. İlk aşama bir nevi asimilasyon. Bu çocukluk ve erken gençlik dönemi. Körlüğünün bilgisine hem sen hem çevren sahip ama bu hakkında konuşulan, sorgulanan, üzerine fikir yürütülen bir şey değil. İkinci dönem bu anormallik durumunun bilinç yüzeyine çıkmaya, söze dökülmeye başladığı ve özellikle ergenlikle birlikte kuvvetli komplekslerin, hatta belki travmatik durumların baş gösterdiği bir süreç." Burada uzun uzun bastondan bahsediyorum. "Mesela, bu baston bütün o pratik işlevselliğinin yanında kimliksel bir şeydir de. Kör bir çocuk eline baston almakta zorlanır." O zaman Merve ve Pervin birbirlerine bakıp gülümsüyorlar. "Aslında," diyor Merve. "Siz böyle anlattıkça biz kendimizden çok fazla şey buluyoruz. Biz Kürdüz. Sizin bastonunuz bizim kaşlarımız ve ten rengimizdir." "Üçüncü dönem, bunun basit bir farklılık olduğunun keşfi ve kabulüdür," deyip bitiriyorum.

Şimdi hikâyeyi başa alıyorum ve kendi lise dönemime dönüyorum. Başarılı bir öğrenciyim. Sosyal ilişkilerim çok kuvvetli. Körlükle ilgili çok fazla bilgiye sahip değilim. Nadir de olsa bazı insanlarla aramızda bu konu açılacak olursa ortada hep kıvamsız ve tuhaf bir şey var. Es kaza bulunduğum ortamda körlükle ilgili bir deyim geçecek olsa hemen başlar sallanıyor, konu kapatılıyor, konuşan kişi susturuluyor. Bir gün, yine kendi dönemimden ama başka bir sınıftan bir arkadaşla koridorun sonunda kalorifere yaslanmış konuşuyoruz. Ah bu ne güzel, ne özlenilen bir lise sahnesidir. O gün bana Kürt olduğunu söylüyor, ekliyor: "Ne olur aramızda kalsın. Biliyorsun insanları." Sonra bu sahne üzerine çok düşündüm. Onun neden rahatça Kürt olduğunu söyleyemediğini anlamakta zorlandım. Ah, hey hat. Ben kendi körlüğüm üzerine dahi Kürtlük üzerine düşündüğümden az mı düşünmüştüm? Dışarıdan bakmak, dışarıdaki bir şeyi kabullenmek hep daha kolay. İkimiz de farklı kimliklerin, farklı biçimlerde de olsa aynı asimilasyonunu yaşıyorduk. Daha sonra üniversiteye devam ettiğim sıralarda yine liseden tanıdığım Kürt bir arkadaşımla yeniden görüştük. "O zamanlar Kürtlüğün bir dezavantaj olduğunu düşünürdüm," dedi bana. Evet, aslında çok basit bir kaç uyarlama ve teknik çözümle halledilebilecek meseleler beni öyle dezavantajlı hissettirirdi ki. Üstelik bu dezavantajlılık durumunu kendimden dışarı iteleyemiyordum. Halbuki bir sesli ışık ne kadar çok şeyi çözebiliyor.

Sonrası üniversite dönemi. Yeni bir mekân, yeni ilişkilenmeler ve artık körlük tecrübemin başka bir aşaması. Kazandığım üniversitede yaklaşık yirmi kadar kör var. Bu benim için yeni bir durum çünkü on yıldır büyük bir izolasyonun içindeyim. Artık ‘teklik’ durumundan ‘azınlık’ durumuna geçiyorum. Bu örgütlü tavır bakımından müthiş bir deneyim. Bir taraftan da azınlıktan olmanın çoğunluk olmaktan başka kendine has psikolojik ve sosyo-psikolojik dinamiklerini tecrübe ediyorum. Bir gün üst dönemlerden kör bir arkadaş bizi çekip kenara diyor ki: "Hep birbirinizle takılıyorsunuz. Başka arkadaşlıklar da edinin." Gören birisiyle kurulmuş bir kadın-erkek ilişkisinin nasıl bir çeşit başarı olarak algılandığına şahit oluyorum defalarca. Bütün bunlar yeni bir şehre, yeni bir sosyal çevreye adapte olmanın güçlüğüyle de birleşince oldukça bocalatıcı, zor tecrübeler. Daha sonra Meltem Ahıska'nın Stella Ovadia ile yaptığı bir röportaja denk geldim. Stella Ovadia Yahudi kökenli feminist bir kadın. Röportajın azınlıklarla ilgili kısmında bizim durumumuza çokça karşılayan yanlar buldum. O birkaç satırı direkt alıntılayacağım: "...Kadın hareketi içinde gördüğüm, beni çok rahatsız eden bir şey var. Geleneksel bilgilere tamamen karşı çıkmak. Solcu olunca ev kadınlığı, erkekleri idare etmek, onlarla yaşamak gibi şeyleri hep aşağılamaya başlıyoruz. Yani, beş kadın yan yana gelse ya dedikodu yapar, ya yemek tarifi verir, ya çocuğundan bahseder. İşte solcuyken, bütün bunlar hep küçümsenir, çünkü bunların dünyayla ilişkisi yok sanılır. Biz de dünyayı değiştirmek istiyoruz ya… Müthiş bir şekilde sıradan kadına düşmanlık var. Bu da azınlık psikolojisi. Hemcinslerini sevmeme, kendini onlardan ayırmak, ben onlar gibi değilim, demek. Ben feminist olunca, sıradan kadına düşmanlık kalktı. Bu sıradan kadına düşmanlıkta gene Yahudilikle benzer bir şey buluyorum. Bütün baskı altında tutulan cemaatler hem birlikteliği savunurlar ve sürdürmek isterler, hem de inanılmaz bir şekilde kendilerini sevmezler, ya da kendileriyle alay ederler. Türkiye’dekiler alay da etmezler de, kınarlar, dedikodusunu yaparlar, küçümserler..."

Burada yine Merve ve Pervin’i hatırlıyorum. Merve ODTÜ’yü kazanıyor ve üniversiteye ilk geldiğinde kendi halkından öğrencilerin nasıl bu kadar hızlı bir araya geldiğini ve neden ısrarla bu kadar birlikte zaman geçirdiklerini anlamakta zorlandığını anlatıyordu. “Halbuki,” diyordu, “Ben hep insanın önce tek başına bir şeyleri çözmesi gerektiğine inanıyordum.”

 

Hikâyemin son kısmında hayatımdaki en kıymetli dostluklardan birinden, hatta belki en kıymetlisinden bir parça aktaracağım. Bir akşamüzeri arkadaşımla balıkçıda akşam yemeğimizi yedikten ve bu arada 'Eşim Bilir' adlı televizyon programını izledikten sonra yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Keyifliyiz. Güzel bir sohbetin içindeyiz. Yeri geliyor, bana "Bak benim hayatımda üç kadın bana 'ama sen hiç Kürde benzemiyorsun' dedi. Ben bilmiyor muyum sanki onların bilinçaltlarını. Neden? Çünkü Kürt dediğin böyle kara, tek kaş, göbekli, çirkin bir şeydir." diyor. Öfkeleniyor. O konuşurken benim aklımda "engelli ama çok başarılı maaşallah"lar geziniyor. Sürekli kurgulanarak, ısrarla kurgulanarak ve en korkuncu çoğunlukla bu kurgulara inanarak yaşıyoruz.

Hikâyemi; yetiştirip de anlatamadıklarımla, anlatmaya çalışıp da yapamadıklarımla, yeterince irdelenip olgunlaştırılmamış düşüncemle burada bitiriyorum. Nihayet bu iddialı bir tezin değil bir zihin akışının anlatımıdır. İnsanın yalnız olmayacak kadar birbirine benzediğini ve aynı zamanda her zaman herkeste yeni güzellikler bulabilecek kadar da farklı olduğunu düşünüp düşünüp bu fikrin güzelliğiyle seviniyorum. Anlamak, öğrenmek ne yüce şeyler. Büyümek, büyümek ve büyümek. Bunun ötesinde bir şey bulamıyorum. Bütün bu büyüme süreçlerimiz sırasında çok güzel temaslarımız oluyor. İşte onlar hayatımıza karışan estetiktir.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.