Toplam Okunma 0

Değerli dostlar, şu ana kadar yazdığım iki yazıda, engellileri görünmez kılan daha çok bilinçaltı sebepler üzerinde durmuştum. Engellilerin yaşamını tam bir kaos hali gibi gören sempati yaklaşımının, bizleri besleyen örtük önyargı ve otomatikleşmiş rutin davranışlarımızın, nasıl da farklı olanı yok saymaya götürebileceğini örneklerle açıklamaya çalışmıştım. Ayrıca bu yazılarımda daha çok ilk kez karşılaştığımız veya bizi yeni yeni tanıyan kişilerden gelen yok saymaların nedenlerini irdelemeye çalışmıştım. Ancak ikinci yazımda tartıştığımız Elif’in yaşadıklarında, başrolü oynayanlar onu tanıyan kişilerdi. Yine orada bizi yakından tanıdığını düşünen insanların bizi hiç umulmadık zamanlarda neden yok sayma eğiliminde olabileceklerini sorgulamaya başlamıştım.

İşte bu yazıda, tanıdıkların yok sayma ve engelimizi kullanma eğilimlerine biraz daha yakından bakmak istiyorum. Yazı dizimin üçüncü bölümünün konusu daha çok yakın akranlarımızca uğratıldığımız garip ve anlaşılması güç muameleler. İlk olarak her zaman olduğu gibi, gerek okul, gerek iş ortamında birlikte olduğumuz akranlarımızın bizlerin yok sayılmasına veya zor duruma düşmesine neden olan davranışlarından bazı örnekler vermek istiyorum. Ardından da bunların nedenlerini sosyal psikoloji ve felsefenin bize sunduğu bazı bulgu ve önerilerle tartışacağım. Tırnak içinde sağlam olanların, sosyal psikolojideki Temel Yükleme Hatası ile Kendine Hizmet Eden Önyargı kavramları sayesinde, bizi görünmez kılarak kendi özgüvenlerini nasıl koruma çabası içinde olduklarını anlatma gayreti içinde olacağım. Son olarak pozitif ayrımcılık kisvesinin bizleri görünmez kılmada nasıl bir anahtar olarak kullanılabildiğine ilişkin varsayımlarını sizlerle paylaşacağım. Bazı sakatların bizzat görünmezlik durumuna maruz bırakılan kişileri neden daha acımasızca eleştirmeye teşebbüs ettiklerine de yine sosyal psikolojinin bize sunduğu adil dünya çerçevesinden bakacağım.

 

 Yazı dizisinin dördüncü bölümünde ise, bu sefer, işveren, okul müdürü gibi o an bize göre daha yüksek statüde olanların yaşattığı görünmezlik durumlarını ele alıp, yok sayma sürecine giden aşamaları irdelemeyi planlıyorum.

Bir önceki bölümde, üçüncü yazımda insanlardaki “Ben Bile” söylemine daha fazla odaklanma sözü vermiştim. Günlük hayatta, ama bilinçli, ama bilinçsiz çok kullanırız ben bile sözünü. “Oradan ben bile geçemiyorum sen nasıl geçeceksin? O işi normal insan bile zor yapar, ya sen?” diye giden birçok cümle. Bu cümleler, kimi zaman bir hayranlığı, kimi zaman da bir kıskançlığı yansıtabilir. Yıllar önceki bir gazete manşetini hiç unutmuyorum. O yıl üniversiteye giriş sınavlarında ilk 300’e giren bir görme engelli öğrencinin başarısı şöyle anlatılıyordu: “30 bin kişinin sıfır çektiği sınavda, xxx görmeyen gözleriyle ilk 300’e girdi.” Kelimeler tam böyle olmayabilir, ama aşağı yukarı bu anlatılıyordu.  Yani aslında o kişinin yeri sıfır çeken 30 bin kişi arasında olmalıyken, garip bir istisna sonucu görme engelli biri başarılı olmuştu. Belki de birçok kimsenin aklından geçeni özetleyen bir manşetti bu.

İşin gerçeği benzer sahneleri özellikle kaynaştırma eğitime giden görme engelliler çok fazla yaşarlar. Onların okullardaki en küçük bir başarısı ya olması gerekenden çok daha fazla hayranlık ve pohpohlanmayla karşılanır, ya da rekabet yüksekse, ciddi bir kıskançlığın kaynağı olabilir. Tezim kapsamında yaptığım görüşmelerde, her iki durumun da örneğini gördüm. Açıkçası, ister hayranlık, ister kıskançlık olsun, bir engellinin yüksek performansı, içten içe aynı duyguyu uyandırır: “Ben bile zorlanırken, o nasıl yapabilir?” Her iki durumda da kişinin başarısı; çok çalışma, kişisel zekâ gibi eğilimlerden çok, sakatlığı kaynaklı durumlarla açıklanmaya çalışılır. Durumu olması gerekenden çok daha yüce olarak açıklama eğiliminde olanlara göre kişinin gözleri görmediği için altıncı hisleri daha kuvvetlidir, gönül gözleri açıktır, herkesten, daha iyi duyar, daha iyi hisseder, daha iyi sezer. O nedenle de başarılı olmuştur. Yani performansta, çok çalışma, içeriğin kolay oluşu, o konunun önceden bilinmesi gibi faktörlerin rolü pek düşünülmez.

Tezimle ilgili yaptığım görüşmelerde ilginç bir olguya rastladım. Eğer kişi Anadolu lisesi, özel bir kolej gibi rekabetin daha yüksek olduğu ortamlara gidiyorsa, buradaki performansı, pek öyle hayranlık cümleleriyle açıklanmayabiliyor. Görüştüğüm katılımcılardan birisi şöyle demişti: “Yakın bir arkadaşım vardı, ama benim notlarım ondan yüksek olduğunda, nedense benimle konuşmadığı için, onunla gelgitli bir ilişkim vardı”. Aynı katılımcı başka bir noktada şunu da eklemişti: “Bir keresinde yüksek bir not aldığımda, diğer öğrencilerin velileri şikâyet etmiş sınavlarda kopya çekiyorumdur diye.”

Aynı durum benim de başıma gelmişti. Hazırlık sınıfında okurken, yapılan ara sınavlardan birinde, oldukça yüksek bir başarı gösterip o dönemki hazırlıklar içinde en yüksek iki veya üçüncü notu almıştım sanırım. Benim bir görme engelli ve İngilizcenin en düşük seviyesi olan beginner öğrencisi olarak, tüm hazırlıkların ortak aldığı bu sınavdaki başarım doğal olarak bir sükse yaratmıştı. O sırada bir arkadaşımın hocası onlara şunu demiş: “Arkadaşınız okuyucuyla sınava girdiğinden onun ses tonundan ipucu aldığı için böyle yüksek bir not almıştır”. Yani benim bir görme engelli olarak başarılı olabilme ihtimalimi yok saymış.

Eşim Sevda’nın okuduğu lisede yaşadıkları ise çok daha acı ve ayrımcı olmuş. Sevda da tüm arkadaşları gibi lise son sınıfın ikinci döneminde harıl harıl üniversiteye hazırlanırken, dershane sınav sonuçları okuluna da geliyor ve test sonuçları diğer arkadaşlarına göre çok daha yüksek çıkıyor. Kaldığı pansiyon müdürü öğrencileri tehdit ediyor: “Eğer etütlerde Sevda’ya test okuyanı duyarsam, onu velisine şikâyet edeceğim.” Sevda bundan sonra çok az test çözebiliyor. Allahtan bu durum Boğaziçi Üniversitesini kazanmasını engellemiyor, ama bu olayın 1999 civarında, yani elektronik kaynak erişiminin söz konusu olmadığı zamanlarda yaşandığını düşünürsek, durumun vahametini daha iyi anlayabilirsiniz.

Paralel bir olayı dergi yazarlarımızdan bir arkadaşım da anlatmıştı geçenlerde. Arkadaşıma üniversiteyi kazandığı dönem herkes çok yardım etmiş ve bir sürü okuyucusu olmuş. Dönem sonunda da notları oldukça yüksek gelmiş. İşin kötüsü bundan sonra başlamış. İleriki dönemlerde okuyucuları o kadar azalmış ki, bu da notlarını olumsuz etkilemiş.

Anlattığım her dört olayda da kişisel rekabetlerin görece daha yüksek olduğu ortamlardan söz ediyorum. Buralardaki engelli kişilerin yüksek performansları neden pek hoş karşılanmıyor ve görmezden gelinmeye çalışılıyor dersiniz? Siz bunun yanıtını düşüne dururken, biraz da işyerlerinde birlikte çalışan kişiler arasında yaşanan bazı ilginç durumlara değinelim.

Geçenlerde karşılaştığım bir arkadaşım, girdiği özel şirkette, arkadaşlarıyla ilişkilerinde nasıl mobing yaşadığını anlattı. 5 metre ötesinde oturan yöneticisiyle konuşabilmek için 5 hafta beklemek zorunda kaldığını paylaştı örneğin.  Bir keresinde işyerine geldiğinde her yer bomboşmuş çünkü çalıştığı ekip arkadaşları hep birlikte ona hiç haber vermeden yemeğe gitmişler mesela. Kendisine hiçbir kayda değer iş verilmediği gibi, iki dil bilen arkadaşıma bir keresinde verilen çeviri işini çok iyi yapmasının nasıl ciddi bir çekememeye dönüştüğünü anlatıyordu ve buna benzer nedenlerle çok kısa zamanda buradan ayrılmak zorunda kaldığını da ekliyordu. Hâlbuki oraya girdiğinde, iki dil bilen, iyi bir üniversiteyi bitirmiş biri olarak oldukça yüksek bir maaş ve pozisyonla gelen arkadaşıma neden böyle bir muamele yapılmış olabilir sizce?

Başka bir arkadaşımın anlattıkları ise, hakikaten insana bu kadarı da olmaz dedirten cinsten bir olay. İsimleri değiştirerek aktarıyorum. Arkadaşım şöyle anlatıyor: “Birkaç yıl önceydi. İşe yeni girdiğim zamanlar. Bizler santralda birkaç kişiyle birlikte telefonlara bakıyoruz. Aslında sigara içmek yasak olduğu halde, ben de dahil birkaç arkadaş zaman zaman sigara içiyorduk. Bir gün ben çalışırken, arkadaşım sigara içiyordu. Ben o gün yakmamıştım. Müdürün geldiğini görünce, sigarayı söndürdü ve sonra kapıyı açtı. Müdür odadaki sigara kokusunu hissedip ters ters bakmış herkese. Sonra yanıma geldi. “Ali nasılsın? Burada sigara içmiyorsun değil mi?” deyip omuzumu sıvazladı ve gitti. Sonradan öğrendim ki, arkadaşım kaş göz ile beni işaret edip “O sigara içiyordu” demiş. Siz derin bir nefes alıp acaba gerçek mi diye sorarken, bir de düşünelim dilerseniz. Olayın etik açıdan adiliğini bir kenara bırakırsak, arkadaşımın birlikte çalıştığı kişi, nasıl böyle bir cesareti kendinde bulmuş olabilir acaba? Peki ya müdür, normalde çok daha sert bir tepki vermesi beklenirken, neden bir şey demeyip oradan uzaklaşır?

Anlatacağım son olayı bir başka kör arkadaşımız geçenlerde Görme Engelli Öğrenciler e-posta grubuna taşımıştı. Ondan da izin alarak buraya almak istedim. Arkadaşımız bir resepsiyonda çalışıyor. Yanına bir misafir yaklaşıyor ve biraz duralayıp, otelin internet şifresini soruyor. Resepsiyonda çalışan diğer kişinin meşgul olmasından da faydalanarak tam arkadaşım şifreyi söylüyor ki, diğer resepsiyonist hemen olaya müdahale edip “Buyurun, bir arzunuz mu vardı?” diye araya dalıveriyor. Misafir kişiden “İnternet şifresini sormuştum, arkadaş söyledi” demesini beklersiniz değil mi? Maalesef böyle olmuyor. Hiçbir şey olmamış gibi diğer resepsiyon görevlisine yine şifreyi sorup aynı yanıtı alıyor. Burada misafirin davranışını bir önceki yazıda bahsettiğim örtük önyargı ve otomatik pilot önermesiyle açıklayabiliriz belki, ama ya iş arkadaşının yok sayan davranışını neyle açıklamalı size göre?

Yukarıda hem okul hem işyerlerinde yaşanan bazı vaka örneklerine değindim. Tüm bu vakalarda ortak olan şey, kişinin yaptıklarının bir biçimde görmezden gelinmeye çalışılması veya kabullenilmemesi gibi görülebilir. İyi de neden?  Uzaktan bakıldığında, takdir ve hayranlık cümleleriyle karşılanan performans ve varlıklar, yakına gelince niye bir hazımsızlığa yol açıyor olabilir? O kişinin de aynı ortamda aynı işi yapabilmesi, neye nasıl bir tehdit oluşturuyor olabilir. Bu soruların yanıtlarını yine sosyal psikolojinin araştırma ve bulguları bizlere verme potansiyeline sahip.

Sizlere ilk etapta iki kavramdan söz edeceğim. Birincisi Fundamental Attribution Error yani Türkçesiyle, Temel Yükleme Hatası. Vikipedi konuyla ilgili yapılan bazı araştırmaları özetliyor. Buna göre, bir insan karşısındaki birinin yaptığı bir yanlışı açıklarken nedenini o kişinin bireysel özelliklerine yüklüyor. Eğer bir kişi, yolda yürürken çarpıp bir şeyi deviren başkasını görürse, sebebi kişinin dikkatsizliği ve dalgınlığı oluyor. Devrilen şeyin yolun ortasına bırakılmış olması, ışıklandırmanın yetersiz oluşu gibi durumsal faktörler ya hiç düşünülmüyor, ya da çok daha sonra düşünülüyor. Durumun bir de tersi bir yönü var. Eğer hatayı yapan bireyin kendisiyse, kendi davranışının nedenini bireysel faktörlere değil, durumsal faktörlere bağlıyor.

Buradan ikinci açıklamak istediğim kavrama geçebilirim: Self-Serving Bias. Yani Türkçesiyle kendine hizmet eden önyargı. Bu önyargının kişinin kendi özgüvenini koruyan önemli bir rolü var. Diyelim ki, bir sınavdan iyi not aldınız. Bunun nedenini genellikle çok çalışmanız ve azminize bağlayabilirsiniz. Ama sınav kötü geçtiyse, bunun nedeni, hocanın sınavı geç başlatması, soruların doğru hazırlanmaması ve zor olması olabilir size göre. Tam tersi de mümkün, bir başkasının başarısını bu sefer sınav sorularının olması gerekenden kolay olmasına bağlayabiliriz. O kişinin başarısız olmasını ise tembelliğiyle açıklamak birçoğumuzun düştüğü temel yanılgılar arasında yer alıyor.

Bu kavramların engellilerin görünmez yapılmasıyla ne ilgisi mi var? Gelin birlikte bakalım. Temel yükleme hatasında gözlemci, olayın aktörünün yaptığı bir yanlışı onun bireysel özelliklerine bağlıyor demiştik. Eğer olayın aktörü bir görme engelliyse, bunu yapması çok daha kolay olacak. Örneğin, bir görme engelli masadaki bardağa elini çarpıp deviriyorsa, sebebi oldukça açıktır gözlemciye göre. Kör oluşu. Burada aktörün görme engelli oluşu, gözlemcinin diğer bireysel faktörleri düşünmesine bile gerek olmamasını sağlıyor. Eğer bardağı deviren kör olmasaydı, dalgınlık, dikkatsizlik gibi şeyler düşünülecekken, görmeyenin aynı bardağı devirmesi karşısında bu nedenler hiç göz önünde bulundurulmaz ve temel yükleme hatası ikiye katlanmış olur. Peki, durumun tam tersi oluyorsa? Yani gören biri, biraz sakar ve sürekli masadaki bardak veya diğer şeyleri deviriyor. Yanında çalışan görme engelli arkadaşı ise bir kaza yapmıyor çoğu zaman. Sürekli bir şeyleri deviren kişi, bunu nasıl açıklayabilir? Kendi sakarlığını durumsal faktörlere bağlarsa, görme engelli kişinin daha az kaza yapmasını açıklaması nasıl mümkün olabilir? Hem kendi özgüvenini korumak hem de görmeyenin dikkatini açıklamanın bir yolunu ararken, kişi Self-Serving Bias dediğimiz temel yanılgıyı kolayca yaşayabilir. Mesela kendi dalgınlığını, masadaki yetersiz ışıklandırmaya bağlayabilir. Görmeyenin ise, muhtemelen altıncı hissi çok güçlüdür, Alla onu korur, diğer duyu organları çok daha iyi hisseder ve bu nedenle de daha az kaza yapar. Yani görmeyenin dikkatine değil, açıklayamadığı dış faktörlere durumu bağlayabilir.

Şimdi bu önermeyi özellikle okul vaka örneklerine bağlayalım. Bu örneklerde, Sevda’dan, benden, okuyucu bulamayan arkadaşımdan ve başarısından rahatsız olunan tez katılımcımdan beklenen şey aslında başarısız olmak. Çünkü başarısız olduğumuzda, bunun nedeni için ekstra bir çabaya gerek kalmayacak: kör olmak. Ama aynı ortamda ve aynı koşullarda eğitim alırken, ben yeterince başarılı olamazken, bu görmeyenler nasıl başarılı oluyor? Self-Serving Bias özgüvenimi korumak için kendi başarısızlığımı dış faktörlere bağlamamı öneriyor, ama ortada daha zor koşullarda başarılı olan bir görmeyen varken, bunu nasıl yapabilirim? Eğer rekabetçi bir ortamda değilsek, mesele biraz daha kolay olabiliyor. O kişiye hayranlık duyabilir, zaten benim için önemli olan şeyin ileride dersler değil ailemin yanında çalışmak olduğunu söyleyebilirim. Ama verdiğim örneklerimdeki ortamlar böyle ortamlar değil. Daha rekabetçi ve akademik başarı herkes için önemli. Böyle bir ortamda, durumu görmezden gelmek öyle kolay değil. Bu durumda geriye tek bir seçenek kalıyor. Kişinin başarısını küçültmek. Anlattığım iki olayda bunun izlerini görüyoruz. Veliler kopya çektiği için şikâyette bulunuyor. Kendi çocuklarından daha başarılı olmasının tek nedeni bu olmalı onlara göre. Veya bir hoca, kendi beklentileriyle yaşanan durum arasındaki çelişkiyi ancak, benim okuyucudan ipucu alarak başarabildiğim önermesiyle kapatabilmiş oluyor.

Maalesef Sevda ve okuyucularını kaybeden arkadaşımın durumunda olay daha da adi bir hale geliyor. Kişiler kendi başarılarını yükseltmek yerine, karşı tarafın başarısını düşürme yoluna gidiyor. Böylece sarsılan özgüvenlerini yeniden toparlama şansları olacak. Hatta Sevda’nın olayında diğer öğrencilerin başarısız olmaları, ona etütlerde sınav okumalarına bağlanıyor. Kendi başarısızlığını açıklamak için güzel bir neden öyle değil mi?

İşyerinde mobing yaşadığını anlatan arkadaşımın durumunda da benzer bir iz aranabilir. Arkadaşım, iki dil biliyor, yüksek bir maaş ve pozisyonla özel bir şirkete giriyor. Kendisine hiçbir gerçek iş verilmeme eğiliminde onun bir kör olarak böyle bir pozisyonda çalışmasının yanındakilerde yaratabileceği rahatsızlığın hiç payı yok mu dersiniz? Bir kör olarak çok iyi bir üniversiteden mezun olması, iki dil bilmesi, entelektüel kapasitesi yanındakiler de “Ben bile yapamazken, nasıl olur da bu görmeyen onları yapabilir” sorusunu hiç sordurtmamış mıdır sizce? Belki de sordurtmamıştır. Benzer durumda olan birçok kişiye mobing uygulanıyor, ama bu olasılığı tamamen yok saymak ne kadar doğru olur?

Görme Engelli Öğrenciler platformunda anlatılan olayda da misafirin değil, iş arkadaşının davranışına göz atmak yerinde olur. Zira misafirin tarzı, daha önceki yazılarda da açıkladığımız, önyargı ve otomatikleşmiş davranış kalıplarına gayet uygun. Görmeyen biri yerine gören biriyle konuşmak, çok daha kolay. Ancak iş arkadaşı, muhtemelen yanında çalışan diğer kişiyi bir tehdit olarak görüyor. Çok basit bile olsa, eğer bu kişinin kendi yaptığı işleri yapabildiği ortaya çıkarsa, kendi yeterliliğinin sorgulanabileceği düşüncesi rahatsız edici bir şey. Ayrıca kendi yaptığı işlerin bir görmeyen tarafından da yapılabilmesi bir taraftan kişinin özgüvenini tehdit ediyor. Çünkü böyle olunca, kendisiyle görme engelli eşit konumda yer almış oluyor ve bu, bazıları için, özellikle sağlamcılık vurgusuyla büyümüş biri için, pek hoş olmayabilir.

Sigara vakasını bilerek en sona sakladım. Bence burada körlüğün kullanılarak kişiye yapılan adiliğin ötesinde bir olgu var çünkü: Pozitif ayrımcılık. Müdür odaya girdiğinde, sigara kokusunu almış, ortada çözülmesi gerekli bir sorun var. Neyse ki ortada kolay bir çözüm var, görme engelli kişinin varlığı. Suçu onun üzerine yıktığımızda nasılsa, müdür sesini çıkarmayacak. Müdürün tavrı da bunu doğruluyor. Burada bir görünmezlikten çok kişiyi görünür yapma durumunun olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat aslında, Ali diye bahsettiğim arkadaşım iş arkadaşları ve müdürü önünde daha da görünmez hale geliyor ve davranışları yok sayılıyor. İş arkadaşlarına göre, onun yaptıkları zaten diğerleri gibi eşit değerlendirilmeyecek.

Pozitif ayrımcılık, aslında diğer anlattığım vakalarda da kişilerin kendi özgüvenlerini sağlamak için körleri görünmez yaparken kullandıkları önemli bir anahtar. Hiç dikkat ettiniz mi, toplum bir körün, sağırın veya topalın yaşamları hakkında pek az şey bilir, ama otobüse bedava bindiklerini, otomobillerdeki ÖTV indirimini, aldıkları özürlü maaşını ve diğer pozitif ayrımcılık konularında gayet fikir sahibidir. Homo İbretus’un son yazısında yazdığını hatırlayın. Oğlunun kazanmak istediği üniversiteyi Homo İbretus’un kazandığını öğrenince teyze soruyor: “Cidden sınavla kazandın değil mi?” Birçok yakın akrabamızın şunu dediklerini işittim: “Onlara zaten devlet iş veriyor, onlar zaten istedikleri üniversiteye alınıyor.” Doğru ya da yanlış olması fark etmez. Bu düşünce insanlarda bir rahatlama örneği çünkü böylece kendi olası başarısızlıkları karşısında görmeyenin neden başarılı olduğunu açıklamak için yepyeni bir anahtar ellerine geçiyor: “Onlar zaten beleşten burada”. Mobing yaşayan arkadaşımın bu şirkete girmesi, belki de diğer arkadaşlarına göre bir torpilin sonucu. Ders başarıları belki de bizlere sağlanan kolaylık, ipucu ve kopyaların eseri. Sigara vakasındaki arkadaşım zaten oraya da torpille girmiş, muamele de torpilli olur. Çevrenin düşüncesi bu ve bu düşünce sizin yaptıklarınızı ve performansınızı görünmez kılmayı, yok saymayı daha da kolaylaştırıyor.

Bir başka olgu daha var. Bazı insanlar kendilerini sakat biriyle kıyaslama gereği bile duymuyor. Çünkü onların ki, gerçek bile değil. Düşünün birkaç dersten muaf olarak bir üniversiteyi bitirdiniz, engelli kontenjanıyla işe girdiniz, vergi indirimleriyle daha yüksek bir maaş alıyorsunuz, yanınızda bunu bilen arkadaşınızın sizi bir rekabet nesnesi olarak bile görmeyip yok sayma ihtimali hiç yok mu, ne dersiniz?

O nedenle, görme engelli örgütlerinin bugün istedikleri pozitif ayrımcılıkların toplum üzerinde oluşturduğu bu etkiyi de göz önünde bulundurmaları gerekiyor. Örgütler günü kurtardıklarını düşünürken, hak arayışı yerine kişileri daha da eksik göstermek uğruna talep ettikleri pozitif ayrımcılığa neden olan düzenlemeler yarınları kaybetmemize sebep oluyor olabilir.

Yazımın sonunda, ilginç bir noktaya temas etmek istiyorum. Tüm bu görünmezlik hikâyeleri tartışılırken, üzülerek görüyorum ki, bazı görme engelli arkadaşlarımız, bizzat görünmezlik hikâyelerine maruz kalan kişileri suçlama eğiliminde. Onlara göre, böyle muamelelerin nedeni, kurbanların yaptıkları ve yapamadıkları. Yeterince göz teması kuramamaları, kendilerini ifade edememeleri, agresif ve yerinde olmayan tepkiler vermeleri bu görünmezliklerde ciddi bir rol teşkil ediyor. Elbette, tüm bunların da belirli oranda etkileri olabileceği yadsınamaz. Ancak, görünmezlik hikâyelerinin temel nedeni olarak bizzat mağdurları görmek, değişmesi gereken tek tarafın görmeyenler olduğunu söylemek çok da insafla bağdaşabilecek bir açıklama değil. Ayrıca gerçekçi de değil. Ama bizzat engellilerin kendilerinin, mağdurları suçlar davranmasının nedenini düşündüğümüzde, bir başka sosyal psikoloji terimi karşımıza çıkıyor: Adil Dünya. Adil Dünya inancına göre, kişiler dünyayı adil bir yer olarak görüyor. Yani iyi şeyler iyi insanların, kötü şeyler kötü insanların başına geliyor. Yapılan araştırmalar, kurban ne kadar masumsa, onu suçlama eğiliminin daha da yükseldiğini ortaya koyuyor. Çünkü bireyler, olay kurbanlarını suçladıklarında, böyle bir şeyin asla kendi başlarına gelmeyeceğini umarak bir rahatlama sağlamış oluyorlar. E-posta gruplarındaki tartışmalarda birkaç kez şunu duymuşumdur: “Nedense bazı şeyler hep belli arkadaşların başına geliyor”. İşte bu cümle, adil dünya inancının bir yansıması aslında. O nedenle, engelli arkadaşlarıma bir küçük tavsiye, günün birinde sizler de bir görünmezlik hikâyesi yaşayabilir veya yaşadığınızı fark edebilirsiniz. Bunu yaşadığınızda, tek sorumlunun kendiniz olmadığını bilerek düşünmeye başlamayı ihmal etmeyin.

Dördüncü yazımda, bu sefer işveren, amir,  müdür gibi kişilerin engellileri yok saymaları ve bu süreci destekleyen aşamalar üzerinde duracağım. Çözüm önerileri neler olabilir noktası ise, bir iki paragrafa sığdırılamayacak kadar uzun bir konu. O nedenle çözümleri ayrı yazılarla ele almayı planlıyorum. Fakat dergimizi okuyan, engeli olan ve olmayan herkese şunu diyebilirim: yaşadıklarınızı, yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı bir de bu bakış açısıyla değerlendirin. Savunma mekanizmaları, kişilerin eğilimleri insana özgü ve kabul edilebilir şeyler. Bunların farkına vardığımızda ise başka şekilde davranmak daha mümkün olacak.

 

Kaynakça

https://en.wikipedia.org/wiki/Fundamental_attribution_error

https://en.wikipedia.org/wiki/Self-serving_bias

http://engelsizerisim.com/eeeh/yazi/29/onlar_konusur_ibretlik_yapar

https://www.psychologytoday.com/blog/in-love-and-war/201311/why-do-we-blame-victims


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.