Merhaba değerli okurlar,
Kurduğum güzel bir hayali nasıl gerçekleştirdiğimi anlatmak istiyorum sizlere. “Hayaller, yaklaşmakta olan gerçeklerin gölgeleridir”. Bu sözü, Engelsiz Erişim’e gönül verenler iyi bilirler. Ben de, bu sözün, hayat felsefemin bir parçası olduğunu söyleyebilirim.
Gerçeğe dönüşen hayalim neydi dersiniz? Uçmak. Bu olağanüstü bir duygu ve herkesin hayatında deneyimlemesi gereken bir şey bence. Yükseklik korkusu olanlar yapamayabilir ancak; korkularını yenmek isterlerse deneyebilirler.
Ben internetten kısa bir araştırma yaptıktan sonra, rezervasyon yaptırmak için uçuş bürosunu arayarak başladım işe. Beni kabul etmeyeceklerine dair herhangi bir endişem yoktu. Çünkü araştırdığım kadarıyla görsellik içeren bir aktivite değildi. Telefondaki görevliye, görme engelli olduğumu ve pilotla aynı anda koşmamız gerektiğinde nasıl bir yol izleyebileceğimi sordum. O da, zaten pilota bağlı olduğumu ve karşılıklı iletişim halinde olacağımız için herhangi bir problem oluşmayacağını söyledi.
Serin bir Mayıs gecesi çıktım yola. Öylesine heyecanlıydım ki, yerimde duramıyor, kafamda sürekli ertesi günü canlandırıyordum. Uzun ve hiç de yorucu olmayan bir yolun ardından vardım Fethiye’ye. Uçuş ofisini buldum. Önceden rezervasyon yaptırmıştım ve ücretin bir kısmını ödemiştim. Hiç oyalanmadan, diğer turistlerle birlikte, bizi Babadağ’ın zirvesine çıkaracak olan minibüse bindim.
O andan itibaren içimi müthiş bir sevinç, güçlü bir merak kapladı. Her yer yemyeşil, ulu ağaçlar ve ağaçların arasında küçük kar kümeleri. Ahh, keşke zaman olsa da bu yolu yürüyerek tırmansam. Ağaçların gövdelerine, yapraklarına dokunsam, çiçek toplasam, bembeyaz karlardan avuç avuç yesem, kuşları dinlesem, ormanı dinlesem…
Ben bunları düşünürken araba anîden duruyor. Servis şoförü: “Durun bekleyin, onu öldüreceğim” diyor. Birisi: “Aaa yılan” diye bağırıyor. Bir diğeri: “hayır kertenkele” diyor. Önde oturan pilotlardan biri şoförün kolundan tutuyor: “Yahu katil misin sen? Burası onun evi. Sen adamı nasıl kendi evinde öldürebilirsin ki?” Sonunda şoför inmekten vazgeçiyor ve yolumuza devam ediyoruz. Düşünüyorum. Bu vicdan sahibi adam kim acaba? “Burası onun evi” derken ne kadar da doğru söylüyor. Kaçımız böyle düşünüyor? Kaçımız onların yaşam hakkına saygı duyuyor acaba?
Nihayet ulaşıyoruz zirveye. Hava rüzgârlı ve serin. Beni uçuracak olan pilotla tanışıyorum ve onunla birlikte eğimli bir yamacın üzerinde bulunan paraşütlerin yanına doğru ilerliyoruz. Bu arada hemen fark ediyorum ki, “Burası onun evi” diyerek, şoförün kertenkeleyi öldürmesini engelleyen kişi, benim pilotummuş.
Can yeleğine benzer bir giysi geçiriyorum üzerime ve başıma kask takılıyor. Üzerimdeki giysi arka tarafından pilota bağlı ve sırtımda yedek malzemelerin bulunduğu bir çanta var. Uçuş anını fotoğraflamak ve videoya almak için, uzun saplı bir kamera var elimde. Tam karşımda bulutların arasından gülümseyen ikindi güneşi ve hafif hafif esen rüzgâr… Artık hissettiğim tek duygu sabırsızlık. Bizi uçuracak olan rüzgârın doğru yönden esmesini bekliyoruz. Bir müddet sonra rüzgâr esiyor ve pilot “koş” diye bağırıyor. En fazla 4-5 adım koşmuşumdur. Tabii koşmak dediysem öyle çok hızlı değil. Yürümekle koşmak arasında bir şey. Ayağım yerden kesiliyor bir anda. Artık yükseliyorum. Yalpalıyoruz sağa sola. O an biraz kasılmışım. Pilot uyarıyor beni rahat olmam için. 2000 metreye kadar yükseldik. Tamam, havadayım artık. Pilot kaskımı çıkarıyor.
Bu arada sizlere pilotumdan bahsedeyim. İsmi Abu Alay. Sohbeti hoş, çok cana yakın, işini gerçekten profesyonelce ve aşkla yapan bir insan. En önemlisi de hiçbir şekilde ön yargılı değil. Kısacası bugüne kadar tanıdığım, bana oldukça normal davranan nadir insanlardan biriydi. Normal demekle neyi kastettiğimi anlamışsınızdır herhalde. Yani bir çocuk, kulakları az işiten bir yaşlı, herhangi bir nesne veya uzaydan gelmiş bir yaratık gibi hissetmedim kendimi. Ayrıca; ben hiç istemeden, kendisi bütün uçuş boyunca manzarayı betimledi bana. Altımızda nazar boncuğu gibi bir deniz, dağlar yemyeşil, nefis bir manzara… Bir ara paraşütün iplerini elime verdi. O an kontrol bende oluyor ve onun yönlendirmesiyle ipleri, sağa, sola, aşağı çekiyorum. İçimi daha önce hiç tatmadığım ve adını bilmediğim muhteşem bir duygu kaplıyor. Hiç bırakmak istemiyorum ipleri. Daha sonra biraz adrenalin yaşamak için ipleri geri ona veriyorum. Bu isteğe bağlı bir şey. Eğer istemezseniz pilotunuz bu tür hareketlerde bulunmuyor. Ancak ben istedim ve heyecanın en doruk noktasına yükseldim. O an her şeyi unutuyorsunuz ve âdeta bedeninizi hissetmiyorsunuz. Somut olarak hissettiğiniz tek şey rüzgâr.
Artık inişe geçiyoruz. “400 metre, 300 metre, son 200 metre ve son 50 metredeyiz” diyor Abu Ağabey. Nedense, kendimi hâlâ havada ve hiç inmeyecekmiş gibi hissediyorum.
Ayaklarım yere değdiğinde “Aaa inmişiz” diyorum içimden. Tatlı bir sarhoşluk içindeyim. Keşke bitmeseydi, biraz daha sürseydi. Ne de çabuk geçti zaman? Sahi zaman nasıl geçti? İnanın hiç bilmiyorum. Zaman sanki 40 dakikalığına durdu ve sonra yeniden başladı.
Uçuş öncesi ve uçuş sonrası duygularımı anlattım sizlere. Ama inanın, uçarken, akrobatik hareketler yaparken, paraşütün iplerini tutup onu yönlendirirken hissettiğim duyguları tam olarak isimlendiremiyorum. Gökyüzüne yakınken hissettiklerim, kesinlikle tarifsiz.
Neyi hayal ettiysem gerçekleştirdiğim şu hayatta, bir hayalimi daha gerçekleştirmiş oldum. Hayal kurmak, istemek, azmetmek, çalışmak ve sonunda başarmak… Hayatta hep bu yoldan yürüdüm ve yürüyorum.
Herkesin hayallerini gerçekleştirmesi dileğiyle…