Merhaba değerli okurlar.
Yazı dizimizin kurgusunu bir zaman makinesi gibi kullandığımızı söylemiştim; bir ileri, bir geri gidiyoruz. Geçtiğimiz ay sevgili Merve Karagöz ile yaptığımız röportajla bugüne -yani başarılmış bir mücadelenin haklı gururuna- odaklanmıştık. Şimdi ise sizleri biraz geriye, o mücadelenin henüz benim için başlamadığı, kabullenişin hüküm sürdüğü o "bekleme" yıllarına götürmek istiyorum.
Bir insanın çalışma hayatının en başında, henüz yolun başındayken nitelikleri doğrultusunda bir iş için direnmesiyle; yıllar sonra yerleşmiş bir düzenin içinden çıkıp o gücü kendinde bulması arasında dağlar kadar fark var. Her iki durum da zihnimi birbirinden farklı şeyleri sorgulatan yerlere götürüyor. Bunu, o çukurdan çıkmayı başarmış biri olarak söylüyorum. Özellikle bu yazıdaki amacım biraz da o konfor alanının rehavetine kapılmış, "Böyle gelmiş böyle gider" diyen dostlarımı o tatlı uykudan uyandırmak.
Konfor alanı dediğimiz yer, aslında sanıldığı gibi yumuşak yastıklarla döşenmiş bir dinlenme odası değildir. Orası, potansiyelimizin yavaş yavaş çürüdüğü, yapabileceklerimizin sınırının başkaları tarafından çizildiği görünmez bir kafestir. O kafesten çıkmaya niyetlendiğiniz an, korku tüm bedeninizi sarar. "Ya yapamazsam?", “Ya oradaki stresi kaldıramazsam?", "Burada çayımı içip radyomu dinlemek varken neden başıma iş açayım?" soruları zihninizi kemirir. Bu sorularla yüzleşmek zordur. Ama inanın bana, o kapıdan adım attığınızda ciğerlerinize dolan o "işe yarama" nefesinin verdiği mutluluk, içerideki o güvenli ama bayat havadan bin kat daha değerlidir.
Ben kuruma ilk atandığımda, "körler sistemde çalışamaz" duvarına çarpıp santralde çalışmaya mecbur bırakıldığımda, önümde iki yol vardı: Ya bu durumu mutlak bir yenilgi olarak görüp körelecektim ya da bu mecburi istikameti kendim için bir fırsata dönüştürecektim. İkincisini seçtim.
Beş yıldan fazla süren santral günlerim, dışarıdan bakıldığında "telefon açıp kapamakla" geçen rutin bir iş gibi görünebilirdi. Oysa o kulaklıkta bir ses beklerken, beynimin ve ruhumun geri kalanını nadasa bırakmaya hiç niyetim yoktu. Telefonlara bakarken zihnimi diri tutmak, kendimi paslandırmamak benim en büyük motivasyonumdu. O küçük santral odasında, kendi zamanının patronu olan bir yönetici edasıyla günlük, haftalık, hatta aylık planlar yapar, hedefler koyardım.
O yıllar benim için resmi bir mesai saatinin ötesinde kişisel bir akademiye dönüştü. Kurum içi yükselme sınavlarına o masada hazırlanıp Gelir Uzmanı oldum. Sayısız kitap okudum. Engelsiz Erişim Derneği üyesi olarak gönüllü faaliyetlerin tam göbeğinde yer aldım. Bilgisayar bilgi düzeyimi ofis programlarından ses düzenleme yazılımlarına kadar geliştirdim.
Özellikle ses teknolojilerine yoğunlaştım; Reaper öğrendim ve bu birikimim, Engelsiz Eğitim'de verdiğim Reaper Eğitimi serisine dönüştü. Sadece eğitmen koltuğunda da değildim; Engelsiz Eğitim'de katıldığım pek çok farklı eğitimin pratiğini, gün içinde santraldeki o boş vakitlerimde yaparak öğrendiklerimi pekiştirdim. Yani o santral odası, benim için bir laboratuvar gibiydi.
Braille okuma hızımı artırdım, müzik teorisi çalıştım. GETEM için Kör ebeveynlerin gören çocuklarına okuyabileceği eş erişimli çocuk kitaplarının düzenlenmesine katkı verdim. Engin Yılmaz öncülüğünde çıkarılan erişilebilir Word kullanım rehberinde editörlük ve yazarlık yaptım. Doğum iznini saymazsak, santralin tekdüze melodisi eşliğinde geçen beş koca yılımı böyle doldurdum.
Burada, o dönem zihnimi kurcalayan ve cevabını ancak yaşayarak bulabileceğim bir merakımdan, daha doğrusu bir iç hesaplaşmadan bahsetmek istiyorum. Çoğu zaman gören insanlar bizlere bakıp şaşırırlar: "Yahu ne kadar aktifsiniz! Dernekler, kurslar, enstrüman çalma, gönüllü işler... Biz işten güçten başımızı kaşıyacak vakit bulamazken siz bunlara nasıl enerji buluyorsunuz?"
O yıllarda bu övgü dolu sözleri duyduğumda kendime hep şunu sorardım: Acaba gerçekten işten güçten başını kaşıyacak vakti olmayan insanlar da bu enerjiye sahip olabilir mi? O yoğunluğun içinde hala kendisi ve çevresi için hobi ya da kişisel gelişim üretebilen insanların psikolojisi nasıldır? "Bunu ancak benim de iş yoğunluğum arttığında, o 'sıradan' memur temposuna girdiğimde anlayabilirim" diye düşünürdüm.
Belki de bizim o bitmek bilmeyen "aktivizm" enerjimiz, iş yerinde harcanamayan, âtıl kalan zihinsel potansiyelimizin bir çığlığıydı, kim bilir? Aslında içten içe istediğim şey, hem o yoğun sorumlulukları sırtlanıp "sıradanlaşmak" hem de o sorumlulukların ağırlığı altındayken bile bu aktifliğimi koruyacak gücü kendimde bulmaktı. Sadece boş vaktim olduğu için değil, ruhum istediği için üretebilmekti arzum. İnanın, bugünkü aklımla ve yoğunluğumla hala buna çabaladığımı, o dengeyi tutturmaya çalıştığımı söyleyebilirim.
İşte içimde büyüyen bu "gerçek sorumluluk alma" ve "hakkıyla yorulma" isteği, Merve’nin yaktığı o kıvılcımla birleşince artık yerimde duramaz oldum. Birikmiş enerjim artık sadece "hobi" olarak kalmaya razı gelmedi. Yıllardır aradığım o "kendini ispat etme" fırsatı ayağıma gelmişti ve motivasyonum o kadar kuvvetliydi ki, bir saniye bile tereddüt etmedim.
Hiç düşünmeden gidip tayin dilekçemi verdim.
Sürecin 'usulü' konusunda akıl verenler çoktu. "Gideceğin yeri önceden bir ara, çalışmak istediğini söyle, nabız yokla," dediler. "Önce bir gidiş yoluna bak, zorlanma sonra," dediler. Hiçbirini yapmadım. Çünkü yolumu bulamasam da gideceğim yerde beni bekleyen katı bir ön yargı ihtimali olsa da ben zaten vazgeçmeyecektim.
Geri dönüşü olmayan, vazgeçmeyeceğim bir karar vermişken; şartları, insanları ya da yolları sorgulamak için geçerli bir sebebim de yoktu. Karar verilmişti ve o adım ne pahasına olursa olsun atılacaktı. Gitmeden önce açılacak o telefonlar, sorulacak o "acaba"lı sorular hem benim içimdeki hem de gideceğim yerdeki o uyuyan "ön yargı canavarını" dürtmekten, işi yokuşa sürmekten başka hiçbir işe yaramayacaktı.
Sırf evime kilometre olarak daha yakın diye, bilenlerin “orası dağ başı çok zorlanırsın” sözlerine kulak tıkayarak; yolunu izini bilmediğim, binasını tanımadığım, "acaba burada beni çalıştırırlar mı, yoksa yine bir köşeye mi atarlar?" diye hiç sormadığım bambaşka bir komplekste yer alan vergi dairesine gitmek üzere istedim bu tayini.
Ve o sancılı bekleyiş başladı. Biliyordum, o gün gelecekti. O gün geldiğinde, yıllardır santralde "kendi belirlediğim", üzerine kişisel gelişim imparatorluğumu kurduğum o 8 saatlik zaman dilimi artık bana ait olmayacaktı. Çalışacaktım, faydalı olacaktım, ama ne yapacaktım acaba? Bir yere gidecektim. Kiminle karşılaşacağım, nasıl tepkiler alacağım, tam olarak hangi işi yapacağım... Hepsi koca bir belirsizlikti.
Bu bekleme sürecini en iyi tarif eden his şuydu sanırım: Sanki bir havuzun kenarındayım. Yüzme biliyorum, boğulmam, kendime güveniyorum. Ama biri beni arkamdan itecek ve o havuza atacak. Ne zaman itileceğimi bilmiyorum. Havuzun ne kadar derin olduğunu, suyun ne kadar soğuk olduğunu, düştüğümde nasıl çıkacağımı bilmiyorum. Sadece bekliyorum. O düşüş anını bekliyorum.
Korkuyla karışık bir heyecan, belirsizlikle karışık bir umut...
Ve nihayet bir gün, özlük servisinden gelen o telefonla irkildim. Ahizenin diğer ucundaki ses, çalışma hayatımın en büyük dönüm noktasına giden sürecin başladığını haber veriyordu.
Havuza itilmiştim işte. Herkes kadar ıslanmaya, herkes kadar kulaç atmaya ve en önemlisi herkes kadar yorulmaya hazırdım.
Devamı bir sonraki yazıda.