Havalar epey ısınmış, baharın kokuları iyiden iyiye her yanı sarmıştı. Coşkumuz kuşların cıvıltılarına katılıyordu. Kalplerimizde onlarca düş çiçeği açıyordu bu bahar da. Gerçekleşmesi en muhtemel düşümüz, serin sulara hayatın tüm telaşını bırakacağımız bir tatildi. Peki ama nasıl, nerede, ne zaman?
Sokağa çıkma yasaklarının iyiden iyiye bizi boğduğu günlerden birinde, rengarenk çiçekleri birbirimize fırlatır gibi tatil düşlerimizi paylaşıyorduk. Herkes bir başkasının düşüne kendi cümlelerini katıyordu. Orası bir sanal sohbet platformu değil, düş fabrikası olmuştu adeta. Birden gelen soğuk, keskin bir cümle, fabrikadaki tüm makineleri aniden durdurdu:
"Ben bir kör olarak, kör biriyle tatile gitmeyi yeğlemezdim. Körlerle mi uğraşacağım, tatil mi yapacağım?"
Şimdi herkes düşünü bir kenara bırakmış, sağlam olmadığına inanmış bu sağlamcı arkadaşı güçlü kelimelerle ikna etme çabasına girmişti. Kimi, körlerin bağımsız hareket becerisinden dolayı tatilde hiç zorlanmayacağından dem vuruyor; kimi, dili döndüğünce körlüğün bizim alt kimliklerimizden biri olduğunu anlatıyor; kimi, insanları gruplarken çoğunluğun normlarını dikkate almanın hatalı bir yaklaşım olacağından bahsediyordu. Tartışma kör biriyle kurulacak ikili ilişkilere, körlerin bağımsız hareketteki hatalarına evrilmişti. Saatlerdir kör olmak üzerine ucu görünmez bir münakaşa içindeydik. Sağlam olmayan sağlamcı dostumuz ise Nuh demiş, peygamber diyememişti.
O gece, uykudan önceki son dönemeçte uzun uzun düşünmüştüm. Neydi sorun? Elde edemediğimiz haklarımız mı? Uğradığımız ayrımcı muamele mi? Bizi azınlıkta bırakan farklılıklarımız mı? Hepsiyle mücadele ediyorduk. Yazıp çiziyorduk, konuşup anlatıyorduk, geç de olsa başarıyorduk. Peki ya kanayan yaralarımız? Onları nasıl saracaktık? Sağlam olmadığına inanmış bir zihni, sadece farklı olduğuna nasıl inandıracaktık?
İnanın sevgili okur, cevapları bulamadan uyuyakalmışım. Sanırım ben o gece bu sorunu koyun saymak kadar hafife almışım…