Toplam Okunma 0

Canan Çam Yücel: Merhaba Betül Hanım. Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Hem bizlerin hem de okuyucularımızın sizi daha iyi tanıyabilmesi için kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Hatice Betül Çelebi: Merhaba. Ben de sizinle birlikte olmaktan mutluluk ve gurur duydum. Böyle bir buluşma beni çok heyecanlandırdı. O yüzden asıl ben teşekkür ediyorum davetiniz için.

1967 yılında İstanbul’da doğdum. On iki yaşında bir virüs nedeniyle Transvers Miyelit geçirdim. Belden aşağı yeti ve his kaybının tamamen kaybolması için beş dakikalık süre yeterli gelmişti. Bir yıl yatağa bağımlı geçen sıkıntılı günlerden sonra yavaş yavaş ve o günün koşullarında sınırlı olan tedavi yöntemleri ile oturmaya ve ayağa kalkmaya başladım. Tedaviler sonrasında iki bastonla yürüyebilecek düzeye geldim.

İlk, orta, lise ve üniversite öğrenimimi İzmir’de tamamladım.1988 yılında Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldum.1989 yılında Diyarbakır’a yerleştim. Evliyim ve iki çocuğum var.

2015 yılında aktif siyasi yaşama katıldım. 2015-2018 yılları arasında Demokratik Engelliler Federasyonu’nda Eş Başkanlık yaptım. 2018 yılında Halkların Demokratik Partisi Engelliler Komisyonu üyesi olarak çalışmalara katıldım. 2020 yılından bu yana da Engelliler Komisyonu Eş Sözcüsü olarak katkı sağlamaya çalışıyorum.

Canan Çam Yücel: Bugün sizinle “Engellilere Yönelik Ayrımcı Tabirler Raporu” üzerine konuşmak istiyoruz. Bu raporu yazmaktaki temel amacınızdan ve rapor içeriğinden biraz bahseder misiniz?

Hatice Betül Çelebi: Sizlerin de takip ettiği gibi Mart 2021 yılında komisyon olarak engellilik sorunlarının tespitini ve çözüm önerilerini içeren bir manifesto çalışması yaptık. Bu çalışma bizim için mücadeledeki yol haritamızdır. Yıllardır sorunlar farklı STK’larca gündeme getiriliyordu. Lakin biz mücadelede yeterince yol alamamıştık. Zira mücadelenin politik ayağı eksik kalmıştı. Manifesto, engellilik mücadelesinde başlatılan politik mücadelenin ilk kıvılcımı oldu.

Manifestoda da belirttiğimiz gibi sorunlarımızın temel kaynağı, tıbbi modeli referans alan sağlamcılığın hakim ideoloji olarak sürdürülmesidir. Sağlamcı ideoloji; sosyoloji, psikoloji, din, edebiyat, sanat, kültür gibi farklı disiplinlerin ortaklaşması ile beslenirken, hali hazırda yürürlükte olan sosyal politikalar ile meşrulaştırılıyor.

Kitle iletişim araçları vasıtasıyla her daim harlanan popülist sunumlar ise yıllar içinde inşa edilmiş bu negatif engellilik kültürünü var etmektedir. Kültür, tıpkı beden gibi yaşayan canlı bir organizmadır. Kültürün canlılığını sağlayan nefes ise “Dil”dir.

Engellilik sorunlarını çözebilmemiz için öncelikle bizleri aciz, muhtaç, zavallı, anormal, hasta, bozuk, yük ve bazen de tehdit olarak gösteren bu negatif kültürü dönüştürmemiz gerekiyor. Zira engelli olmaya ilişkin tüm bu imgeleri oluşturan, içinde yaşadığımız toplumun kolektif zihni. Yani düşüncelerimiz. Düşünceler ve söz arasında ise simbiyotik bir bağ var. Söz, düşüncelerimizden yansıyor. Ve fakat söz de bir sihir gibi düşüncelerimizi inşa ediyor.

Bu çalışmadaki amacımız ve muradımız, var olan negatif engellilik kültürünü dönüştürmek için onu var eden en önemli etken olan “Söz”e toplumsal bir farkındalık kazandırmaktır.

Canan Çam Yücel: Kadın engellilerin hem engellilik hem de toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri nedeniyle çoklu bir ayrımcılığa maruz kalmaları konusunda neler söylemek istersiniz?

Hatice Betül Çelebi: “Engelli” kelimesi bazen çok görünür bazen de görünmez olmanızı sağlayan bir stigma. Bu görünmezlik özelliği, engelli bireylerin birçok kimliğini de örtüyor. Kadın, genç, çocuk, cinsel tercih, kimlik ve inançlardaki farklılıkların tümü bu genel etiketleme ile görünmez kılınıyor.

Kadın olmak da bu farklılıklardan bir tanesidir. Engelli bir kadın olarak, başka kişilerce bir tanımlamaya maruz kaldığınızda saç renginiz, göz renginiz, mesleğiniz, cinsiyetiniz değil, engelliliğiniz ön plandadır.

Analitik erkek aklının, egemen olduğu, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en agresif eylemlerinin yaşandığı, toksik erkeğin şiddeti kendine hak saydığı ve ceza almadığı bir iklimde, engelli kadın olmak elbette çok daha fazla ayrımcılığa ve dışarıda bırakılmaya maruz kalmak demektir.

Böyle toplumlarda, toplumun kadına yüklediği aile içindeki normları yerine getiremeyen hasarlı bedene sahip eksik ve aciz olandır, engelli kadın.

Hem engelli hem de kadın olmalarından dolayı çifte ayrımcılığa maruz bırakılan engelli kadınlar, ekonomik, sosyal, politik ve kültürel yaşamın içinde daha da yoğun dışarıda bırakıldıkları gibi mobbing, istismar, ihmal, şiddet ve tacizin en yakıcı biçimlerini yaşarlar. Kadın engelliler, aynı zamanda korumacı aileler tarafından eve kapatılmak suretiyle toplumdan izole edilmekte ve böylece sosyal yalnızlığı daha da derinden hissetmektedir.

Bu durum, aslında bu güne değin sürdürülen engelli STK’larının işleyişine de yansımıştır. Yürütülen engelli mücadelesi ekseriyetle erkek engellilerin söz kurduğu kurumlar olarak faaliyet göstermiştir.

Engellilik konusu, özü itibariyle aynı zamanda bir “Kadın” sorunudur. Zira engellilik, kadının hiçbir hal ve koşulda, dışında kalamadığı bir alandır. Ya engelli bireyin kendisi kadındır ya da engelli bireyi doğurandır. Sağlamcı ideolojinin hakim olduğu bir toplumda, sağlam çocuğu doğuramayan kadın olarak engelli çocukların anneleri de bu ayrımcılığın ve dışarıda bırakılmanın bir parçası olurlar.

Dolayısıyla bu kesişimsellik göz önünde tutularak kadın mücadelesi ve engelli mücadelesinin zaman zaman güçlerini birleştirmesi gerekmektedir.

Canan Çam Yücel: Günlük yaşam içerisinde kullanılan bu sağlamcı ve ayrımcı dili dönüştürmek için neler yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz ve bu anlamda HDP Engelliler Komisyonu olarak hedefleriniz arasında neler var?

Hatice Betül Çelebi: Bu, çok sabır ve emek gerektiren bir çalışma. Kolektifin bilinci sürekli akışta olan bir ırmağa benziyor. Bu kolektifi oluşturan zihinler her an bu ırmaktan alıyor ve kendinden veriyor. Irmağa verdiğimiz su kirlendikçe, beslendiğimiz kaynak da bir o kadar kirleniyor. Toplumun her bir ferdi, bu alış verişi yaparken bazı kişilerin ırmağa verdikleri ve aldıkları daha fazla. Kapları daha büyük. Gazeteci, aydın, yazar, sanatçı ve politikacılar, bu kesimin başında geliyor. Onlardan her an her dakika sayısız üretim bu ırmağa katılıyor. Tabii bir de sosyal medya fenomenlerini unutmamak gerekir. Sosyal medyanın, yaşamlarımıza olumlu katkıları olmakla birlikte, bireyi reflekssiz bırakan, özgür iradesini ortadan kaldıran, önüne katıp götüren bir gücü de var. Bu sanal dünyadaki alışkanlıklarımız genellikle istemsiz. Çok takipçisi olan birisini, hiç sorgulamadan otorite olarak kabul ediyor ve gerek düşüncesiyle gerek sözü ile bir anda kendimizi özdeşleştirebiliyoruz.

Biz bu çalışmayı yaparken aslında toplumun tüm dinamiklerine ulaşmayı hedefledik. Çalışmamız herkes için önce kendi sözü ile yüzleşme, farkında olma, dönüşme ve dönüştürmeye yönelik bir davet.

3 Aralık’tan itibaren elektronik ortamda 4.000 civarında gazeteci, aydın, köşe yazarına çalışmamızı gönderdik. Kitapçığın fiziki olarak basımı da bitmek üzere. Amacımız, bu çalışmanın toplumu etkileyebilecek her aktörü için bir başucu kitabı haline gelmesidir. Bu arada kendi partimizdeki vekil arkadaşlardan başlayarak diğer partilerdeki vekillere, belediye başkanlarına ve tüm demokratik kitle örgütlerine de göndermeyi planlamamız içine aldık.

Canan Çam Yücel: Sağlamcı dilin özellikle atanmış engellilik haftasında veya günlerde siyasi söylemlere yansıması konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Hatice Betül Çelebi: Hepimizin içinde bir sağlamcı var. Nitekim bu yüzden, kitapçığın adını “İçimizdeki Sağlamcı” olarak belirledik.

Bu çalışmayı yaparken, konuyu belirli biçimlerde ele aldık. Günlük kullandığımız dil ki buna atanmış günlerde kullanılan kalıp cümleler de dahil, kendi yaptığımız saha araştırması ve atasözleri.

Atanmış günlerde söylenen kalıp cümlelere baktığımız zaman gördük ki haklarımızı almak ve gündeme getirmek için kullandığımız dil, herkesin kullandığı dilden daha sağlamcı.

“Bir gün değil, her gün ilgi görmek istiyoruz.”

“Engelliler fark edilmeyi bekler.”

“Engelliler ile alay etmeyin, bir gün siz de onlar gibi olabilirsiniz.”

“Bugün sağlıklısınız, peki yarın?”

Kitapçıkta daha fazla örnek var. Birkaç örnekle yetinelim ki merak edip okumaya teşvik edelim herkesi. Bu kalıp cümlelerin birçoğunu engelli STK’larının kendisi de kullanmış. Mevcut durum, hepimizin içinde yüzleşmesi gereken bir “sağlamcı” olduğunu gösteriyor.

Biraz önce söylediğim gibi kolektifin içinden beslenip besliyoruz. Dolayısıyla, siyaset de bundan azade değil.

Engellilik konusu yıllardır siyasetin bir çalışma alanı olarak görülmedi zaten. Buna engelli STK’ları başta olmak üzere tüm kesimleri katıyorum. Engellilik, belirli atanmış günlerde tüm siyasilerin poz vermek için adeta bir engelli arayışına girdiği, ezber sözlerin sarf edildiği ve günün sonunda tekrardan ibaret bir ritüele dönüştürüldüğü, her kesimin vicdan yarışına girdiği bir alan. Mış gibi yapma kolaylığı…

Hal böyle olunca yol almak çok zor. Nitekim, komisyon olarak bizim dikkat çekmeye çalıştığımız konu tam da burası. Eski ile sorunu çözmek ve başarılı olmak mümkün değil. Tıbbi modelin üzerinden devam ettirilen bir engellilik kültürünün dili de siyasette bu şekilde karşılık buluyor. Yeni bir paradigmaya ve onu inşa edecek yeni bir “Dil”e ihtiyaç var. Sorunun bir demokrasi mücadelesi ve politik mücadele olduğu gerçeğini görmemiz ve göstermemiz gerekiyor. Ve bu konuda sanırım hepimizin yüklenmesi gereken sorumluluklar var.

Canan Çam Yücel: Sizler bu raporda, engelliliğe ilişkin temel sorunların dilden başlayan ayrımcılık üzerinden yaşama geçtiğini ifade ediyorsunuz. Bunu biraz ayrıntılandırabilir misiniz?

Hatice Betül Çelebi: Engelliliğe ilişkin sorunları ikiye ayırmak mümkün; yapılanlar ve yapılmayanlar. Yapılmayanlar, hepimizin sık sık gündeme getirdiği gibi erişilebilir olmayan sokaklar, kaldırımlar, parklar, binalar, kafeler, hastaneler, okullar. Bizlerin varlığının adeta inkar edildiği yaşam alanları. Doldurulmayan istihdam kotaları. Alamadığımız sağlık ve eğitim hizmetleri. Bu listeyi çoğaltmak mümkün.

Ve fakat bir de yapılanlar var. Görmezden gelme, dışlama, küçük görme, düşük beklenti, ötekileştirme, aşağılama, damgalama, üstencilik. Sosyal yaşam içinde zaman zaman hepimizin maruz kaldığı bu pratikler, kendini toplumsal normların tariflediği “normal”e ait olduğunu hisseden, sağlamcı bir zihnin dışa vurumu olarak tezahür ediyor. Normalliğin zorbalığı…

Engelli bedene ilişkin önyargılarla dolu bir zihnin inşası, toplumsal olarak kullandığımız dil aracılığıyla inşa ediliyor. Nitekim söz, düşüncelerimizi şekillendiriyor. Söz, ağızdan çıktıktan sonra sadece düşünceyi değil hisleri de beraberinde taşıyor. Sözün taşıdığı negatif hisler, negatif düşüncelere ve negatif düşünceler de negatif bir kültüre dönüşüyor.

Ayrımcı bir dilin sistematiği hep aynı biçimde işliyor aslında. Çok güncelden bir örnek verirsek, “Kör, sağır iktidar” ifadesiyle çok sık karşılaşıyoruz. Gün içinde sayısız gazeteci, aydın ve siyasetçinin kullandığı bu kalıp, kendince tespit ettiği ve çok önemli gördüğü olumsuzluğu anlatmak ve negatif durumu güçlendirmek isterken, kör ve sağır kimliklerine ait beden özelliklerini kullanmak suretiyle, tüm negatifliği de aynı zamanda bu kimliklere atfetmiş oluyor.

Kolektifte aralıksız olarak kullanılan; dışlayan, bölen, öteki kılan, yaralayan, üstenci ve bu toksik dili dönüştürmeden, bu dilin zihinlerde inşa ettiği imgeleri dönüştürebilmemiz mümkün değildir.

Canan Çam Yücel: Atasözlerini (h)atasözleri olarak ifade ediyorsunuz. Genel olarak atasözlerinin engelliliği inşa etmesi konusundaki düşünceleriniz nelerdir?

Hatice Betül Çelebi: Aslında atasözlerinin bazı kullanımlarının ortaya çıkardığı sonuç itibariyle (h)atasözlerine dönüştüğünü söylüyoruz.

Nörobilimin insan zihni ile ilgili yaptığı çalışmalar, her ne kadar kapitalist sisteme insan zihnini yönetebilmek için bir imkan yaratıyor olsa da bize de çok önemli bilgiler veriyor. Bu bilgilerin ışığında öğrendik ki her insan gün içinde zihninin sadece yüzde beşlik bir kısmında bilinçli halde kalıyor. Onun dışındaki tüm davranış biçimlerini belirleyen yüzde doksan beşlik alandaki bilinçaltı. Bilinçaltımız, yaşamımızın ilk yedi yılında şekillenmekle birlikte gün içerisinde her an bize kayıt yapan bir işlemci olarak çalışıyor.

Dolayısıyla, atasözleri çok küçük yaşlarda öğrendiğimiz, hepimizin kullandığı ve sürekli olarak tekrarlanan kayıtlı bilgiler. Bu kullanımlar, tarihsel kökeni ve bu kökene verdiğimiz değer itibariyle doğruluğunu sorgulamadığımız çok güçlü bir kaynak.

Oysaki bu araştırmaya başladığımızda gördük ki hiç düşünmeden kullandığımız bu kalıplar, inciten, ötekileştiren, aşağılayan, hak ihlallerini meşrulaştıran bir eyleme dönüşüyor.

Yine çok sık kullanılan bir örnek vermek isterim. ”Körler sağırlar birbirini ağırlar.” Bu atasözünün TDK’daki anlamı şöyle; “nankörlük, riyakarlık, yalan konuşma, ırz düşmanlığı, fesatlık gibi konularda insanların yüz karalığını yaşayan kişiler, bunları yapan ve yaşayan diğer kişilerle iyi anlaşırlar. Çünkü onların bekledikleri de, yaptıkları da bundan ibarettir. Birbirlerine kızmazlar, gücenmezler.”

Aslında içeriklerine çok da vakıf olmadan kullandığımız bu sözlerin derinliğine girince, durumun vehameti daha net anlaşılıyor. Zira örnekte gördüğümüz gibi “nankörlük, riyakarlık, hırsızlık, yalancılık, fesatlık” gibi birçok kötü kişilik özelliği “körlük” kimliğine yüklenmek suretiyle anlatılıyor. Yine aynı olumsuz özellikler sağırlara da atfedilirken, her iki gruptaki bedensel farklılık, negatif bu durumun taşıdığı negatif yüklerle eşleştirilmek suretiyle itibarsızlaştırılıp değersizleştiriliyor.

Canan Çam Yücel: Son olarak, söylemin değişmesi ve yeniden eşitlikçi bir şekilde kurulabilmesi için yapılması gerekenler konusunda neler söylemek istersiniz?

Hatice Betül Çelebi: Çok derinlere kök salmış bu negatif kültürün değişmesi için hep birlikte mücadele etmemiz gerekiyor.

Bunun için davetimizi kitapçıktan bir paragrafla buradan bir kez daha tekrarlayalım:

“Böyle gelmiş, böyle gitmesin. Davetimiz, hepimiz için. Aynı zamanda cinsiyetçi, ırkçı, homofobik ve türcü olan, kaba titreşimlerle yorgun yüreklerimizi kuşatan bu kibirli ve sağlamcı dili hep birlikte dönüştürelim. Dönüştürelim önce bu zehirli dili, sonra da zihnimizi. Kalbimizin kulağıyla dinleyelim herkesten önce kendimizi. İnce bir frekansla çıksın, ipeksi bir yumuşaklık olsun, sarıp sarmalasın süzülen kelimeler. Yeni baştan sürelim kolektif bahçemizi. Sözümüz sevgi yüklü bir tohum, suyumuz nezaket, gübremiz feraset, ışığımız adalet ve hasadımız eşitlik olsun.

Canan Çam Yücel: Verdiğiniz değerli bilgiler ve katkılarınız için çok teşekkür ederiz.

Hatice Betül Çelebi: Bu değerli buluşma için partim, komisyonumuz ve şahsım adına asıl ben size teşekkür ederim. Dönüşümü yaşayacağımız günlerin umuduyla çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

 

Not: Röportaja konu olan “Engellilere Yönelik Ayrımcı Tabirler Raporu”na aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

https://drive.google.com/file/d/1IG1M6nlC4cXu8BQKM7ta9OaUMX3N5YRW/view


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.