Toplam Okunma 0

Merhabalar,
https://eeeh.engelsizerisim.com/yazi/69/icim_kipir_kipir
adresinde birinci bölümünü bulabileceğiniz İçim Kıpır Kıpır serisine seyahatlerim dolayısıyla ara vermek zorunda kalmıştım, hayatımı düzene oturtunca kaldığım yerden devam etmek istedim. Ben son yazdığımdan beri yeni gezi hayalleri kurdum, sizi onlarla selamlıyorum ve bu hayaller de başka bir yazının konusu olacak. Umarım sizler de beni kendi gezi hayallerinizle selamlıyorsunuzdur.

Londra’da özel olarak neler yaptığımı anlatmadan şehrin erişilebilirliği hakkında birkaç genel yorum yapmak ve ipucu vermek istiyorum: Birinci olarak girdiğim müzeler, etkinlikler, manzara konulu turistik yerlerde görme engelli olduğumu söyleyip giriş ücretlerinde herhangi bir farklı uygulamaları olup olmadığını soruyordum. Londra’daki sistem Türkiye’den farklı çalışıyormuş, görme engelliler de herkes gibi biletlerini satın alıyor, fakat ikinci biletleri, refakatçıları var ise ücretsiz alabiliyorlar. Bir refakatçıyla giderseniz aklınızda olsun, ama yalnız gidince biletinizi satın almanız gerekiyor.

İkinci olarak toplu ulaşımdan bahsedeyim. Metro istasyonlarının kullanımlarında çok güzel bir sistem oturtmuşlar. Herhangi bir metro istasyonunun girişindeki güvenliğine gidip görme engelli olduğumu, seyahatim esnasında yardıma ihtiyacım  olduğunu söyleyince iki dakika içerisinde bana eşlik etmesi için birisini ayarlıyorlar. Gelen kişi benimle aşağı metroya kadar iniyor, metroya bindiriyor ve gideceğim istasyonun güvenliğine benim geldiğimi, tren numaramı ve ulaşacağım saatin bilgisini veriyor. Metrodan indiğimde de hemen güvenlik tarafından karşılanıyorum, gideceğim çıkışa kadar eşlik ediliyorum. Londra çıkış anlamında çok karışık, çünkü metro istasyonlarında çıkış sayısı olarak 12 çıkışa kadar gördüm, güvenliğin yardım ediyor olması işimi çok kolaylaştırdı. Diğer ülkelerde de benzer sistemler görmüştüm, ancak Londra gördüğüm bu sistemin en sağlıklı çalışan hali, çünkü hiçbir şekilde bekletilme ya da unutulma yaşamadım. Beni anons ederken “VIP” diye anons ediyorlardı, ben de ilk başta “Very Important Person üst düzey kişi”, yani bildiğimiz VIP kategorisinden seyahat ettiğimi düşünmüştüm. Sonradan sorduğumda öğrendim ki VIP “Visually Impaired Person, görme engelli kişi” anlamına geliyormuş. Bunu öğrenmemle hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur, fakat soran herkese “Londra’da VIP idim” diye anlatıyorum, doğru da söylüyorum.

Laf aramızda, yukarıda anlattığım uygulamayla seyahat edince metroda bilet almamıza gerek kalmadan bize eşlik eden güvenlik bütün kapıları kendi kartıyla açıyor. Bunun nedeni de zaten tüm görme engellilerin şehirde ücretsiz seyahat edebilmesi, o yüzden görme engelli görünce kart sorgulaması yapmıyorlar anladığım kadarıyla.
Otobüsleri de 1-2 kere kullandım, fakat Türkiye’den de karışık geldi bana. Bizim gibi fiziksel durakları yok, sadece kaldırımın ortasına direk koyuluyor. O direği de bulmak kolay olmuyor tabii, hep sormak zorunda kalıyordum. Bir de yan yana durak sayısı fazla, aralarındaki ayrım da A, B, C gibi harflerle belirtilmiş. Hal böyle olunca da tahmin edebileceğiniz üzere adres sorgulamalarında yanlışlıkların sayısı da artıyor. Otobüse bir kere binince durak anonsları otomatik yapılıyor, orası gayet sağlıklı çalışıyor. Toplu ulaşımımı da yaparken hep Moovit’i kullandım, gideceğim her yere ulaşım seçeneklerimi söylemede çok çok iyiydi, beni hiç yanıltmadı.

Eveeet, şimdi gelelim şehrin içinde neler yaptığıma. Buraları çok detaylı anlatmak istiyorum aslında, neredeyse gittiğim her yeri yazsam bir dergi yazısı olacak ama bu yazıya sadık kalmak için kısaltmaya çalışacağım. Benim için gittiğim şehrin kültürünü, tarihini anlatan en önemli unsurlardan birisi müzeler. Müzelerde şehrin eski sokaklarında, saraylarında, dükkanlarında geziyormuş gibi nostaljik bir hisse kapılıyorum, dolayısıyla buralarda gezinmek de büyük hobilerimden. Londra bu anlamda oldukça bereketli bir şehirdi, zira dünyaca ünlü ve büyük birçok bilim, tarih, sanat müzesine ev sahipliği yapıyordu. Ben de erişilebilirlik şansım yüksek olur diye büyüklerden aramaya başladım. Çoğu müzeye “görme engelliyim, rehbere ihtiyacım var” deyince beni sesli rehber cihazlarına yönlendirmeye çalışıyorlardı, fakat ben de istersem o cihazların aynısını online da dinleyebilirim, benim orada gezmem gerekiyor deyip fiziksel rehber istiyordum. Bu savaşım bazen hüsranla, bazen de zaferle sonuçlandı. Aklınızda olsun, bir şehre gidecekseniz gezeceğiniz müze gibi yerleri en az 1 ay önceden arayıp geleceğiniz tarihi ve saati söylemeniz, rehber istemeniz çok daha iyi olacaktır. Aradığım bazı müzeler normalde bu hizmetlerinin olduğunu, fakat malesef geç aradığım için bir şey ayarlayamadıklarını söyledi. Dersimi aldım, yola devam ettim. Gidebildiğim müzelerden birisi VA Sanat ve Tasarım, diğeri de British Müzesiydi. İki müzede de harika rehberlerim oldu, hepsinin iletişim bilgilerini aldım ve Türkiye’den görme engelli bir arkadaşım gelirse onlara yönlendirebileceğimi söyledim, çok memnun olacaklarını belirttiler. Yani Londra’ya yolunuz düşerse müzede rehberiniz de hazır!

Şehirde yaptığım uygulamalardan başka birisi de Ücretsiz Yürüyüş Turu adı verilen bir aktiviteydi. Bu turla beraber katılırken girişte hiçbir ücret ödemiyorsunuz ve yerel bir rehber tarafından şehrin önemli bölgelerinde 2-3 saat kadar gezdiriliyorsunuz. Turun sonunda da rehbere gönlünüzden kopan tutarda bir miktar bahşiş veriyorsunuz. Turlar genelde grup turu ve grup da 20-30 kişi civarı oluyor. Ben bu turlara önceki gittiğim şehirlerde de katılmıştım, dolayısıyla varlıklarından haberdardım. Fakat haberdar olmadığım, araştırmalarımda karşılaştığım bir tur vardı: Harry Potter!

Meşhur Harry Potter’ın şehrine geldiğimi nasıl oldu da unuttum bilmiyorum, ama turu görür görmez heyecanlanıp kaydımı yaptırdım. Tur öncesinde de rehberimi buldum, görme engelli olduğumu ve tur esnasında beraber yürüme durumumuzu sordum, o da kabul etti. Tur sırasında da Harry Potter markasının İngiltere kraliyet ailesinden zengin olduğunu, 10 saniyelik bir film sahnesi için en işlek metro istasyonlarının 24 saat kapatıldığını ve bunun gibi daha birçok ilginç bilgiyi öğrendik. Aynı zamanda kitabı yazarken Rowling’in çalıştığı ofis, ilham aldığı yerler, film sahnelerinde gösterilen binalar gibi birçok yeri ziyaret ettik, tabii Diagon Alley ve Knockturn Alley gibi en iyi bildiğimiz iki yere uğramadan turumuzu bitirmedik.

Bu tur dışında gittiğim ilginç yerlerden birisi de Londra mahzenleriydi. Buraya gitmeden hiç aramadım, o gün kafama esti ve spontan bir şekilde içeriye adımımı attım. Bilirsiniz, beni görünce çalışanlarda bir panik başladı, içlerinden “eyvah, ne yapacağız şimdi bu kör adamla!” dediklerini duyar gibiydim. Olağanüstü hal ilan ettiler, bana beklememi ve birisini bulacaklarını söylediler. Bingo! 15 dakika sonra birisi bulunmuştu ve ben spontan bir deneyim yaşıyordum! Mahzenler çok ilginç tasarlanmış bir deneyimdi, hikayeler ve tiyatro etrafında şekilleniyordu. Ana hikayeyi anlatan bir kişi vardı, o genel olarak gideceğimiz odalarda neler yaşayacağımızı tiyatro ağzından anlatıyordu. Toplam 8 bölüm vardı, bu bölümlerde de Karındeşen Jack, Kara Veba gibi Londra şehir ve suçlu efsanelerini dinleme, bunlara bire bir tanık olma fırsatını bulduk. Yani 8 bölümde 8 hikayeyi kronolojik olarak anlattılar, Londra tarihini biraz bilsem hikayeleri daha iyi anlardım muhtemelen ama yine de eğlenceli ve ilginçti. Deneyimi interaktif tasarlamaya çalışmışlar, güzel de olmuş ama daha çok çocuklara hitap eden bir deneyim. Mesela aktivitenin bir bölümünde seyirciye soru soruyorlar, yanlış cevap vereni kafese kapatıyorlar. Çocuklar için çok eğlenceli, onları da müzeye çeken bir unsurdur diye tahmin ediyorum.

Bunlar dışında bir tiyatro oyununa gitme fırsatı buldum. Tiyatroyu da internette okuduğum, genelde oyunlardan 1-2 gün önce kalan biletlerin daha uygun bir fiyata satıldığı bir büfeden aldım. Tiyatroda sesli betimleme yoktu, fakat sesli betimleme olmayınca telafi amacıyla benim yerimi ön sıralara değiştirdiler, duyma açısından da iyi oldu diyebilirim. Tiyatro çıkışı da acayip bir kalabalıkla karşılaştım, metroda güvenlikten öğrendiğime göre de Londra’nın bulunduğum bölgesi tiyatrolara özgü bir yermiş ve bütün tiyatrolar aynı saatte bittiğinden, talep de büyük olduğundan çıkışlarda “tiyatro trafiği” adlı bir trafik oluşuyormuş.

Efendim “Sanat, tarih, Harry Potter anlatıyorsun, peki yemekten ne haber!” dediğinizi duyar gibiyim, yemek seçeneklerinden de kısaca bahsedip yazımı bir yemek tarifiyle bitirmek istiyorum. Yemekler Londra para birimine göre ucuz, 8-10 pounds arası bir fiyata çok kaliteli ve doyurucu yiyebiliyorsunuz. Türk parasına çevirince işler tuzlu oluyor, ama oradayken de birkaç tasarruf dostu yer bulma şansım oldu. Öncelikle Londra’nın Bim ve Migros’u diye geçen iki zincir marketi, Tesco ve Sainsbury’s vardı. Bu marketlerde “food deal” adını verdikleri bir olay var, 3 pounds ödeyerek bir soğuk sandviç, bir cips ya da çikolata, bir de istediğiniz içeceği alma şansınız oluyor. Sandviçi, cipsi, her şeyi dolaptan siz seçiyorsunuz. Bana hem sağlıklı hem de hesaplı geldiğinden neredeyse her gün bir öğünümü buralarda geçirdim. Aynı zamanda şehrin her yerinde olan Pret a Manger adlı bir kahvaltı / sandviç kafesi var, burada da kahvaltı ya da öğlen yemeği hem ucuz hem de kaliteli olduğundan bir öğünümü de burada geçiriyordum. Bir de ne zaman telefonumu, bilgisayarımı şarj etmeye ya da tuvalete ihtiyacım olsa yanımda olan, ücretsiz internetli Starbucks dostum vardı. Başımın sıkıştığı her seferde BlindSquare’de aratıp 500 metre yakınımda bir tane olduğunu görebiliyordum, hizmeti ve kalitesini bildiğimden sorunsuzca gidiyordum.

Gelelim heyecanla beklenen yemek tarifimize, bu tarifte Londra’ya bağımsız bir gezi yapacağız:

Malzemeler: Bir adet baston, bir adet akıllı telefon, bir kilo hazırlık, bir tutam cesaret, yabancı dil (opsiyonel)

Hazırlanış: Önce bir kilo hazırlıkla, yaptığınız internet araştırmalarıyla başlıyorsunuz, hazırlık bu işin unu, ana maddesi, yani o olmayınca yemek hiçbir şeye benzemiyor. Bastonunuzu sağ elinize, telefonunuzu da sol elinize alıyorsunuz. Telefonunuzda kullandığınız GPS uygulamasını açıp gideceğiniz yeri seçiyorsunuz. Daha sonra baston ve telefonu bir tutam cesaretle harmanlayıp fırına değil, hayatın tam da içine atıyorsunuz. Yemeği biraz süslemek isterseniz üzerine yabancı dil serpebilirsiniz ama bu tamamen opsiyonel, yemek süssüz de yenebiliyor sonuçta. Öyleyse ne duruyoruz, hadi mutfağa, pardon havaalanına gidelim


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.