Toplam Okunma 0

Merhaba Değerli Okurlar,

Bu ayki yazımda az gören bir birey olarak deneyimlediklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Görme oranım yıllar geçtikçe büyük ölçüde azalmadı, doğduğumdan itibaren az gören bir birey olarak yaşamımı sürdürüyorum. Çocukluk dönemim tam bir çocuk gibi geçti; birçok arkadaşım vardı; birlikte oyunlar oynuyorduk; bazen çarptım, bazen düştüm ama bunlar her çocuğun başına gelebilecek çocukluk kazalarıydı. Çocukken her şey normaldi. Gördüğümü sandığım bazı şeylere anlam veremesem de bana göre her şey yolundaydı, görmek budur sanıyordum, herkes benim gibi görüyor diye düşünüyordum ya da belki de görmek üzerine hiç düşünmüyordum bile. Görme ile ilgili bir problem olduğunu sadece göz doktorlarına gittiğimde anlıyordum o zamanlar. Koşmak, yüzmek, bisiklete binmek en sevdiğim sporlardı, futbol oynamaya bayılırdım, hata yapmaktan asla çekinmezdim, her etkinliğe, her oyuna katılırdım herhangi bir kısıtlama olmaksızın.

Okul öncesi döneme kadar ailem durumumu bir görme problemi olarak görüp doktor doktor geziyordu. Kimden, hangi doktoru duysalar; belki görüşüm daha da artar umuduyla o doktora götürüyorlardı beni. Haklıydılar kendi açılarından, onlar benim annem ve babamdı ve çocuklarının daha iyi görmesi için ellerinden geleni yapmak istiyorlardı. O zamanlar ailemi eğitsel anlamda bilinçlendirecek nitelikli faaliyetler pek yoktu. Sanırım doktorların da eğitim anlamında herhangi bir yönlendirmesi olmadı.
İlkokul çağına geldiğimde ailemi bir telaş sardı, bir okula gidecektim ama nereye? Gönülleri daha iyi görmemden yanaydı ancak her doktora gidişlerinde “Bu hastalığın bir çaresi, tedavisi yok mu?” sorusunu soruyorlardı doktorlara ve hep aynı cevabı alıyorlardı: “Hayır, bu konuda tıbbi çalışmalar devam ediyor ancak henüz bir tedavisi yok.” Annem ve babam nasıl tıbbi bir bakışa sahipse, doktorlar da bir o kadar tıbbi bakış açısıyla cevap veriyorlardı. Hiçbir şekilde eğitsel anlamda bir yönlendirme yapmadılar. Ancak ailem eğitimi çok önemsiyordu, bir şekilde ilkokula başlamam gerekiyordu. Nereden öğrendiklerini bilmiyorum ama araştırmış olmalılar ki İstanbul’daki tek görme engelliler okuluna kayıt yaptırmak üzere götürdüler beni. Ancak sonra ne olduysa bilmiyorum, oraya kayıt ettirmek istemediler. O yıl birinci sınıfları okutacak tanıdık bir öğretmenin sınıfına kayıt ettirdiler beni. Anlayacağınız, tamamen tesadüf olarak kaynaştırma öğrencisi oldum.

Okula başlamadan kısa bir süre önce babam bana küçük bir yazı tahtası aldı; akşamları evde bu tahta üzerinden okuma-yazma çalışmaları yaptırıyorlardı bana. Az gören olmam sebebiyle el-göz koordinasyonunda sıkıntı yaşıyor, yazıları satır üzerine düz bir şekilde yazamıyordum. Annem ve babam, defterimin çizgileri üzerinden sürekli tükenmez kalemle geçiyor ve satır çizgilerini kalınlaştırıyorlardı benim için. Böylece okuma-yazmayı yaşıtlarımla birlikte ilk dönemin sonunda söktüm. Eğitime önem veren, bilinçli bir ailenin çocuğu olmanın avantajını yaşadım hep. Tabii eğitim hayatımda dedemin de çok büyük bir rolü vardı; ilkokulda sınıf daha aydınlık olsun, ben daha iyi görebileyim diye sınıftaki lambaları daha yüksek voltajlı lambalarla değiştirmesini hep gülümseyerek hatırlamışımdır. Retinitis Pigmentoza nedeniyle hep aydınlık ortamları çok sevmişimdir. Dedem de daha iyi görebileceğim bir ortamda eğitim alayım diye elinden geleni yaptı.

İlkokul yıllarım çok keyifli geçti ancak ortaokula geldiğimde işler biraz değişmeye başladı. Görmede yaşadığım sıkıntılar, yaşıtlarımla okul ortamında yaptığım etkinliklerde kısıtlılık getirmeye başladı. İlkokuldayken her oyuna, her etkinliğe tüm cesaretimle katılırken, ortaokulda daha fazla hareket veya daha iyi görmeyi gerektiren etkinliklerden kendimi geri çekmeye başladım. Örneğin, beden derslerindeki voleybol, basketbol gibi oyunlarda topu takip etmekte sıkıntı yaşıyordum. Öğretmenlerim hep beden derslerinden muaf olmamı istiyorlardı ailemden. Arkadaşlarımla birlikte bu derslere aktif katılabilmem için beden öğretmenlerimin hiçbir zaman bir çabası olduğuna rastlamadım. Aslında belki beden öğretmenlerim etkinliklerde bazı uyarlamalar veya düzenlemeler yapsaydı, beden derslerine daha aktif katılım sağlayabilirdim. Okuma yapabilmek için çok büyük puntolu yazılara ihtiyaç duymuyordum, kitaplarımı rahatlıkla okuyabiliyordum, sadece sınavlarda hızımı biraz daha arttırabilmek için puntoyu biraz büyütüyorlardı benim için. Küçük puntolu yazı okuyor, gayet rahat yazı yazabiliyor ancak çok hareket gerektiren ya da iyi bir takip gerektiren etkinliklerde beklenen verimliliği sağlayamıyordum. Beden derslerinde muaf olmamama rağmen, bazı zamanlar oturup arkadaşlarımı izlemek o zamanki çocuk aklımla canımı sıkıyordu.

Okul hayatım boyunca hep tahtaya yakın olabilmek için en önde oturdum, her dönemin başında tanıştığım yeni branş öğretmenlerime kendimi anlatmak zorunda kaldım. Öğretmenlerime hep şöyle diyordum ortaokul ve lisede: “Benim görme problemim var, bana söz vermek istediğinizde ismimi söylerseniz, bana sorduğunuzu anlarım ancak ismimi söylemezseniz, bana sorduğunuzu fark edemeyebilirim. Sınavlarda yazıları biraz daha büyük puntolu basmanıza ihtiyacım var, o zaman daha hızlı okuyabilirim. Tahtaya yazdıklarınızı sesli olarak da söylerseniz, daha rahat not alırım.” Bu ve buna benzer cümleleri kurmak, bir çocuk olarak beni hem sıkıyor hem de üzüyordu bazen.
Yukarıda sıraladığım karmaşık durumlar, az gören olmaktan kaynaklanıyordu hep. Ben gidip kendimi anlatmadıkça, kendimi tanıtmadıkça, kimse anlamıyordu bir görme engelim olduğunu. Çünkü gözümde herhangi bir deformasyon yoktu ya da görme engelli olduğumu anlayabilecekleri bir ipucu. Ya ben anlatıyordum kendimi ya da az gören olmamdan kaynaklı bir görme yanılgısı yaşadığımda kendimi ele veriyordum. Bu durum, lise yıllarında etkiliyordu artık beni. Hata yapmaktan çekiniyor, ya her şeyi görmeye çalışıyor ya da tanıdık olmayan ortamlarda göremediğim durumlarda sessiz ve çekinik kalmayı seçiyordum.

Aslında üniversite yıllarında anladım; benim bir görme problemim yoktu, ben görme engelliydim. O zamana kadar bunu sadece bir görme problemi olarak algılama nedenlerim arasında; doktorların gerekli açıklamaları aileme net olarak yapmamaları, ailemin herhangi bir yönlendirme hizmeti almamasından dolayı beni gören bir çocuk olarak yetiştirmesi gibi etkenler vardı. Üniversite yıllarına kadar hiç görme engelli bireylerle bir arada olmamıştım, “engellilik” ya da “körlük” kavramlarıyla üniversitede yüzleştim. Üniversiteye ilk başladığım iki yıl okula baston kullanmadan gittim. Aslında çok uzun bir yol gidiyor, çoğu kez de risk alıyordum belki. Üniversitede kampüs içinde baston kullanmadan rahat hareket edebiliyordum ancak kampüs dışında şu anki hızıma göre çok daha yavaş hareket ediyordum. Çünkü ışık, görme oranımı etkiliyor; zaman zaman görme yanılgılarım olabiliyordu; hep temkinli yürümek zorunda kalıyordum. Çevremdeki kör arkadaşlarım daha hızlı, daha özgüvenli hareket ediyorlardı baston kullanarak. Ve karar verdim, ben de baston kullanmalıydım, daha özgür olmalıydım, akşam hava kararmadan önce evde olma kısıtlılığı son bulmalıydı, tam bağımsız olmak istiyordum. Karar verdim vermesine ama nasıl bastonu elime alıp da düşecektim yollara? Aslında gördüğüm birçok şey vardı ama ya peki göremediklerim? Bu nedenle kullanmalıydım bastonu. Fakat ailem, çevrem ne düşünecekti bu konuda? Şimdiye kadar gören kimliğiyle hareket eden Canan, bundan sonra nasıl algılanacaktı çevresi veya toplum tarafından? Kendim baston kullanmanın bir ihtiyaç ve hatta bir gereklilik olduğunu biliyordum ancak ya insanların tepkileri, bakışları, onlar ne olacaktı?
Bastonla ilk yola çıktığım günü hala dün gibi hatırlıyorum. Canan olarak daha da özgürleşmek mükemmel bir duyguydu ancak bana tuhaf tuhaf baktıklarını düşündüğüm sokaktaki insanlar hiç canımı sıkmadı diyemem. Bastonsuz yürürken kimsenin umrunda olmayan Canan, birdenbire insanların göz hapsinde tuttuğu biri olmuştu. “Gören” kimliğimi bırakıp “kör” kimliğine geçmiştim. Gerçekten çok karmaşık duygular, çok karmaşık bir ruh hali içindeydim. İçten içe özgürleşen ben, bastonun etkisiyle insanların bakışlarının tutsağı olmuştum. Hep bu sağlamcılık algısıydı beni kimlik karmaşasına iten. Oysa ben az gören bir bireydim.

Az gören olmak nedir derseniz, deneyimsel olarak; görenlerin yanında kör olmak, körlerin yanında gören olmak. İşte tam da anlatmak istediğim bu. Oysa ben birilerinin gördüğü yerde değil, kendim olmayı becerebildiğim yerde kimliğimi kazanıyorum. Neden insanlara kendimi anlatmak zorunda kalıyorum hep. Aslında bu yazının çıkış noktası da bu. Geçen gün sürekli alışveriş yaptığım bir yerde yine bir şeyler alıyordum. Oradaki satıcı bana neden gözlük taktığımı sordu. Muhtemelen “Bu kadının elinde baston var, gözünde gözlüğün ne işi var?” diye düşündü. Ben de “Çünkü ben az görenim, gözlükle daha net görüyorum” dedim. Tabii ikna olmadı, başka bir soruyla devam etti: “Peki, beni görüyor musun?” dedi. Ben de “Evet.” deyince, “Peki, nasıl biriyim ben?” dedi. Verdiğim cevaptan tatmin olmuş olacak ki gülümsedi ve başka bir soru sormadı.
Kısaca özetlemek gerekirse, ben az görmenin bir kimlik karmaşası olduğuna inanıyorum. Ancak zihnimde bu algıyı yaratanın; hem gören hem de kör toplum olduğunu düşünüyorum. “Az gören” kavramı, Türkçe alanyazında yeni yeni yer bulmaya başlayan bir kavram. Yapılan araştırma ve tezlerde “az gören” kavramına çok nadir rastlanıyor. Tabii az gören bireylerin de bu konuyu sahiplenmesi, bunun bir kimlik olduğunu kabul etmesi gerekiyor. Bizler az gören bireyler olarak sürekli kendimizi anlatmak zorunda hissetmemeliyiz kendimizi. Kimsenin de bizi anlamasını beklememeliyiz. Anlaşılır olmak değil, kendimizi kabul ettirmek bence her şeyden daha önemli


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.