Toplam Okunma 0

Ne severim her sabah elime beyaz bastonumu alıp dışarı çıkmayı. Beyaz bastonumu elime alıp dışarıya çıktığım her gün sanki ilk günmüş gibi heyecanlanırım. İple çekerim dışarıya çıkacağım saatin gelmesini. Hatta bazen hiç sebep yokken özlerim onu. Dayanamayıp bastonumu dayalı olduğu yerden alıp sever, okşarım. Yolda karşıma çıkan direk, araba, elektrik trafosu gibi envai çeşit engeli bastonumla önceden fark edip yanlarından geçip gitmeye bayılırım. Bastonumu elime her alışımda bu konuma gelene kadar verdiğim mücadeleyi düşünürüm.

 

Muhtelif sesli dergilerde körlerin bağımsızlıklarını kazanma mücadelelerini işleyen çok sayıda yazı neşredildi. Temel mevzuu kör şahsın beyaz bastonuyla tek başına sokağa çıkmasına karşı çıkan çevresine karşı verdiği mücadele olan bu yazıların en kapsamlısını Amine Ennur Aksoy’un EEEH Derginin 18'inci sayısında yayınlanan “Derin Bir Nefes, Bir Baston, Bir Adım” isimli yazısında okudum. Amine Ennur Aksoy şimdi nerededir, yazısında bahsini ettiği 1019'uncu noktaya ulaşabilmiş midir bilmem ama farklı tarihlerde, farklı şehirlerde, farklı şartlar altında yaşanmış olsa da Amine Ennur Aksoy’la temelde aynı hikayeyi paylaştığımızı fark ettim ve ben de derginin bu sayısında dilim döndüğünce kendi hikayemi anlatmaya karar verdim. İstifadeye vesile olması temennisiyle.

 

Hafızamı yokladığım zaman pek çok kere adını duyduğum ‘bağımsız hareket” le alakalı ilk fikirlerimin 2009 senesinin temmuz ayında liseden sınıf arkadaşım Namık’la beraber katıldığımız bilgisayar kursu sırasında yeşerdiğini görüyorum. Kursa gittiğimiz süre boyunca kör arkadaşlarla beraber tek başıma yemeğe çıkmam, kursun tatil olduğu zamanlarda tek başıma köye gitmem beni içinde yaşadığım hayat şartlarını sorgulamaya itti. Demek ki mecbur kaldığım zaman pekâlâ şehir içinde tek başıma gezebiliyor: tatil zamanı tek başıma köye gidebiliyordum. O halde neden hayatımın çoğu safhasında başkalarının yardımına muhtaç oluyordum? Bir yerden bir yere gitmek için birilerinin bana refakat etmesine, en ufak bir işimi halledebilmek için babamın köyden kalkıp gelmesine ne gerek vardı? Neden hala izin dönüşlerinde birilerinin beni okula bırakmasına ihtiyaç duyuyordum? Biraz düşününce tüm bunların toplumun bana çizdiği sınırlardan kaynaklandığına karar verdim. Fakat nedense uzun süre bu yapay sınırları ortadan kaldıracak bir çaba içerisine giremedim. Ta ki lise 3'e geçtiğim senenin ilk gününe kadar. O gün okulun ilk günü olması hasebiyle hocalar ders işlemek yerine talebeye nasihat etmeyi tercih ediyorlardı. Dil ve Anlatım hocası Şahin Hoca sözün bir yerinde:

 

“Bakın bunların hayatlarının yarısı yok, ama bunlar bir yerlere gelmeyi hak ediyorlar” dedi. O anda beynimde uzun süre karanlıkta kalan bir odanın elektrik düğmesine dokunulmuş gibi bir ışık yandı. Toplumun geleceğini şekillendirmekle vazifeli bir eğitimci olan Şahin Hoca’nın yaklaşımını tasvip etmek elbette mümkün değildi. Ancak gerek ben gerek arkadaşım Namık, adeta onu kendince haklı çıkaracak bir hayat sürmekteydik. Ara sıra bir takım alış veriş işleri için bir refakatçı yardımıyla çarşıya çıktığımız zamanları saymazsak ne okul çıkışı çarşıya takılabiliyor, ne internet kafeye gidebiliyorduk. Başkalarının iki liraya gidip geldikleri il merkezine biz Ilıca Kaymakamlığı’nın bize okul servisi olarak tahsis ettiği taksiye fazladan seksen lira vererek gidip gelebiliyorduk. Hafta sonları başka arkadaşlar izin defterini imzalayıp çarşıya giderken, biz çoğunlukla vaktimizi yurtta geçiriyorduk. Ancak bu vaziyet daha fazla böyle devam etmemeliydi.  Hemen o gün bu vaziyeti değiştirmek, bu yapay sınırları bir an evvel ortadan kaldırmak için mücadele etmeye karar verdim.

 

Tabii bunun yolu bağımsız hareketimi geliştirip her ortamda kendi kendime yetebilir hale gelmekten geçiyordu. İlk olarak yurttan okula tek başıma gitmeyi denemeyi düşündüm. Bugünden geriye baktığımda bunun bir strateji hatası olduğunu düşünüyorum. Eğer hemen yurttan okula gitmeye kalkmak yerine yurdun çevresini tanımaya öncelik verseydim çevrenin haritasını zihnime daha muhkem çizebilirdim. Bu da uzak mesafeleri keşfetmemde büyük kolaylık sağlardı. Üstelik idarenin ve yurtta nöbet tutan hocaların dikkatlerini üzerime daha az çekerdi. Ama o günlerde etrafımda bu gibi mevzularda elimden tutacak, bana yol gösterecek hiç kimse yoktu. Bu yüzden maalesef işe en son yapmam gereken şeyden başlayıp okulla yurt arasındaki yolu elimde bastonumla tek başıma gitmeyi denemeye karar verdim. Ancak o yolda hiç tek başıma yürümediğimden yolu kaybetmem uzun sürmedi. Bereket versin oradan arabasıyla geçmekte olan bir amca beni arabasına alıp okula bıraktı. O günlere ait unutamadığım bir hatıram da, Namık’la beraber yurdumuza yaklaşık yüz metre mesafede bulunan bir atçılık kulübüne gitmemizdir. İkimiz de kör olduğumuz halde o mesafeyi sağ salim gidip gelebilmiş olmamız özgüvenimi öyle yükseltmişti ki, tek başıma okuldan yurda gitme denemelerim her seferinde yolumu kaybetmemle neticelenmiş olsa da, o atçılık kulübüne tek başıma gidip gelebilmiş olmak her şeyi görmezden gelmeme yetiyordu. Bu arada benim bu yaptıklarım yavaş yavaş yurt müdürünün ve yurtta nöbet tutan hocaların dikkatini çekmeye başlamıştı. Sık sık beni yanlarına çağırıp tek başıma dışarıya çıkmamam gerektiğinden, dışarıda bana bir şey olması halinde kendilerinin bundan mesul tutulacaklarından bahsedip kâh tatlı dil ile kâh sert bir üslupla tek başına dışarıya çıkmamam hususunda beni ikaz ediyorlardı. Oysa bütün bunlar benim umurumda değildi. Benim gözümde diğer arkadaşlar gibi çarşıya çıkmak, hayata atılmak, insanların içine karışmak vardı. Hayallerimi, geniş caddeler, internet kafeler, kafeteryalar süslüyordu. Hem bunun bir adım sonrası üniversiteydi ve orada rahat hareket edebilmenin yolu şimdiden bağımsız hareketimi geliştirmemden geçiyordu. Şimdilik önüme engeller çıksa da bu yolun beni özgürlüğe ve bağımsızlığa götürdüğüne inanıyordum. Ve ne pahasına olursa olsun bu yolu yürümeye kararlıydım. Hem diyelim ki hocalarım yaptıkları vazifeden dolayı dışarıda başıma bir şey gelmesinden endişe etmekte haklıydılar. Peki neden bu endişe çarşıya çıktığı zaman nereye gittiği belli olmayan, üstelik yurda son giriş saatinden çok sonra dönen diğer talebeler için değil de yalnızca benim için geçerli oluyordu? Çünkü ben kördüm ve onlara göre tek başına dışarı çıkmam imkânsızdı.

 

Bağımsız hareketimi istediğim gibi geliştirmeme mani olan bir diğer şey ise yurtla okul arasındaki mesafenin uzaklığıydı. O kadarki bilhassa bahar aylarında yurdun hemen önündeki otlak alanda çobanların hayvan otlattıklarını görmek mümkündü. Yaklaşan üniversite sınavlarına hazırlanma maratonu da elimi kolumu bağlıyordu. Bazı günler değil yurttan, ders çalıştığım odadan bile dışarı çıkamıyordum. Böyle böyle bağımsız harekette hayal ettiğim yere gelemeden liseyi bitirdim. Oysa diğer arkadaşlar her gün çarşıya çıkıyor, Erzurum’a gidiyor, hayatı alabildiğine dolu dolu yaşıyorlardı. Hele ben yurdun elli metre uzağına gidemezken onların her Allah’ın günü okulumuzun bulunduğu Erzurum’un Ilıca ilçesinden yaklaşık yirmi beş kilometre uzakta bulunan il merkezine gidip gelmelerini kıskanmaya başlamıştım. Ben de günün birinde Erzurum’a gidip Cumhuriyet Caddesi’nde bir tur atmadan bu okuldan gidersem gözüm arkada kalır diye düşünüyordum. Bir gün tüm cesaretimi toplayıp Erzurum’a gitmek için bir plan yaptım. Yaptığım bu plana göre Namık’la ikimiz hava almak bahanesiyle dışarı çıkacaktık. Bir süre bahçede oyalandıktan sonra ben Namık’tan ayrılıp çarşıya giden yoldan tarafa savuşacaktım. Bir şey olması durumunda Namık bana telefonla haber verecekti. Namık her ne kadar benim yaptıklarıma taraftar olmasa da arkadaşlığımız hatırına planımın bir parçası olmayı kabul etti. Ancak ne yazık ki planımı kusursuz bir şekilde uygulamama rağmen tam otobüse bineceğim sırada yurttan iki arkadaşa yakalanmaktan kurtulamadım. Onların beni yurda geri dönmeye ikna etme çabalarına aldırmadan durağa henüz yanaşmış bulunan otobüse binip gittim. Ancak nedense şehirde pek durmadım. Bir bardak çay içip yurda geri dönmek için tekrar Ilıca otobüsüne bindim. Yolda giderken bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Bu yağmurda yurda geri dönmek ciddi bir sorun olsa da hayalimi gerçekleştirmeye değerdi. Hem zaten büyük bir tevafuk eseri ben otobüsten iner inmez yağmur kesildi. Fakat yurda giden toprak yol çamurla kaplanmış olmalıydı. Bu da, zaten son derece zikzaklı ve karmaşık olan bu yolda yönümü bulmanın iyice zorlaşacağı demekti.  Bereket versin o sırada dershaneden dönmekte olan bir arkadaşım beni gördü ve onun yardımıyla yurda dönebildim. Yolda beni gören hemen herkes neden böyle bir iş yaptığımı soruyor; nöbetçi hocanın bana çok kızdığını söylüyorlardı. Nitekim yurda varır varmaz hoca hem bana, hem benim Erzurum’a gittiğimi zamanında haber vermediği için Namık’a iki tokat vurdu. Daha sonra arkadaşlardan Namık’ın ben gelmeden önce de bu meseleden ötürü hocadan sert bir dayak yediğini öğrendim. Bu durumda zavallı Namık planımı uygulamamda bana yardım ettiği için benden fazla dayak yemiş oluyordu. Namık’ın hadiseden sonra yaptığından pişman olup kendisini böyle bir işe sürüklediğim için benimle üç gün konuşmaması yediği dayağın şiddetini gözler önüne seriyordu zaten. Benimse içimde hayalimi gerçekleştirmiş olmanın huzurundan başka hiç bir şey yoktu. Hadiseyi duyanlar yanıma gelip böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğimi soruyorlardı. Oysa benim yaptığım şey kendilerinin hemen her gün yaptıklarından farklı değildi. Her neyse o hafta okullar kapandı. Ve her kes evine dağıldı. Tercih maratonuyla geçen yaz aylarından sonra hem memurluğu hem üniversiteyi aynı anda kazandım. Fakat ikisi farklı şehirlerde olduğu için üniversiteyi dondurup tayinimin çıktığı şehre gitmeye karar verdim. Üniversiteye kaydımı yaptırmak için Ankara’ya gelme hazırlığı yaptığım sırada başvurduğum Ankara Yeni Mahalle’deki rehabilitasyon merkezine kabul edildiğimi öğrendim. Tayinimin çıktığı ildeki vazifeme başlama tebligatım henüz gelmemişti. Tebligat gelene kadar geçen süreyi rehabilitasyon eğitimiyle değerlendirdim. Yaklaşık bir ay sürdürebildiğim bu eğitim sırasında alçak kol, yüksek kol, bastonla merdiven inip çıkma gibi çeşitli bağımsız hareket tekniklerini öğrendim. Bilhassa sarkaç baston tekniği, kaldırımlarda sık sık karşımıza çıkan, duba, çıkıntılı rögar kapağı, gibi engelleri fark etmede, nokta tekniğine nazaran daha kullanışlıydı.

 

Rehabilitasyon eğitiminden sonra ilk vazife yerim olan Van’a gittim. Van sadece ilk vazife yerim değil aynı zamanda bağımsız harekette rüştümü ispat ettiğim bir yer oldu. Bu vesileyle beni tek başıma sokağa çıkmak için teşvik etmekle kalmayıp şehri tanımamda büyük emeği bulunan Altı Nokta’nın Van şubesinden Hafız İbrahim Ağabey’e de teşekkürlerimi sunuyorum. Sadece orada değil izne gittiğim zamanlarda kendi memleketim olan Yusufeli’nde bile tek başıma gezmeye başlamıştım. Doğduğumdan beri başkasının kolunda gezdiğim bu ilçeyi kendi başıma gezmek alıştığım bir şey değildi. Doğup büyüdüğüm memleketi yadırgıyordum. Memurlukta bir senemi doldurup tayin hakkı alır almaz üniversiteyi kazandığım Ankara’ya tayin aldırdım. Burada yaşadığım diğer yerlere nispetle daha özgür bir ortamla karşılaştım. Artık istediğim yere istediğim saatte gidebiliyordum.

 

Dergide bana ayrılan yerin kısıtlı olması nedeniyle gelecek ay kaldığım yerden devam etmek üzere yazımın bu ayki bölümüne son verirken tüm okuyucularımı Allah’a emanet ediyorum.


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.