Toplam Okunma 0

Size yaz şarkıları hediye etmek isterdim. Tasasız, sıcacık, cıvıl cıvıl. Olmasın isterdim içerisinde kuşlardan, doğadan aşktan gayrı hiçbir şey. Tamamen silip dünü ve bugünü, yarının mutlu günlerini anlatan şarkılar. Ya da umursamadan hiçbir şeyi, bırakıvermek isterdim kendimi yaşamın doğal akışına. Hiçbiri olmuyor işte. Bilinç denen çıldırtıcı tohum zihnime kök salıp serpilmeye başladığında, kaybetmiştim  Polyanna umarsızlığında  ömrümü tüketme fırsatını. O gün bu gündür, Goethe’nin “Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir” sözünü kanıtlarcasına geçiyor yaşamım. Onun içindir belki kendime ve çevremdekilere çoğu zaman sıkıcı gelmem. Oysa ne çok severim yaşamı. Sevgilimin dudaklarından dökülen herhangi bir sözde, bağlama tınısında, flüte can veren bir solukta, bir akor geçişinde,bir kuş ötüşünde, bir şiir kıtasında, bir çiçek kokusunda ve sevdiklerimin en ufak bir dokunuşunda dünyalar benim olur. Mutluluk formülünün bu kadar basit olduğu bir dünyada, elbette mutsuzluğu seçmek benim tercihim değil. Dışarısı kin, dışarısı ayrımcılık… Şiddet haberleri günlük yaşamımızı belirler oldu. Her geçen gün yoksullaşan, sevgisiz yetişen insanlarımızın elinde, amaçsız bir öfke ve korkunç çürümeden başka bir şey kalmadı. Sokaklarda amaçsızca yürümenin, bir ağacın dalının gölgesinde dinlenmenin, bir senfoni dinlemenin, sevdiğiyle sarmaş dolaş olmanın güzelliğini bir kere olsun tadamamış; sefaletten, itilip kakılma ve aşağılanmadan başka bir şey yaşayamamış insanlarımızın getirildiği noktadır yaşadıklarımız. Her vahşet olayında, aynada gördüğümüz kendi yüzlerimizdir aslında. Haberlerin altına yazılan yorumlar bunun en büyük kanıtıdır. Vahşeti eleştiren herkes, aynı vahşet potansiyelini içinde taşıdığının farkında bile değil. En acı olanı da vahşetin ve ayrımcılığın bulaşıcı özellik taşıması. Herkes gücünün yeteceğini düşündüğünü öteliyor. Bu cinnet sarmalının en büyük mağdurları, ‘Ari’ insan denizinin çürük çakıl taşları oluyor.” Belki bu benzetmem hoş değil ama gerçek. Aynı ırk, inanç, vücut özelliği ve kültüre sahip olanlara göre diğerleri çürük çakıl taşı kabul ediliyor ve bütün sorunların kaynağı bu ötekileştirilmiş insanlar olarak görülüyor. Bu yüzden, yaşanan her asayiş olayında Suriyeli göçmenler hedef alınıyor. Sonuçta onlar gelmeden biz Norveç gibi bir ülkeydik değil mi? On yıl önce hiç hırsızlık olmazdı mesela.

 

Yılda bir ay onur ayı olarak kutlanır ve LGBTİ’ler taleplerini dile getirmek ve kendilerini görünür kılmak isterler. Ama olur mu? Toplumun ahlakını bozuverirler. Hiçbir ensest ve istismar olayının faili bir LGBTİ birey olarak kayıtlara geçmese de, toplumun ahlakını onlar bozuyor sonuçta. Aşk diyorlar, sevgi diyorlar. Bundan beter ahlak sorunu mu var? Bu durum engelliler içinde geçerlidir. Bir yerde engelli bir birey varsa, orada yaşanan tüm olumsuzlukların müsebbibi odur. Asansör bozulsa, yere bir şey dökülse, lavabo kirli bırakılsa hepsini o yapmıştır kesin. Hasta ruhunu tatmin etmek isteyenler onunla alay ettiğinde, yok saydığında, dokunulmazlığını ihlal ettiğinde tepki gösterirse de suçlu odur. Sonuçta karşısındakinin tüm organları işlevini yerine getiriyordur ve bu durum onu engelli bireye göre daha üstün kılıyordur. Bu üstün mahlûkatın onu aşağılama, istismar etme, gerektiğinde kum torbası olarak kullanma hakkı vardır öyle mi? Yasalara ve insani kurallara göre tabii ki değil ama pratikte böyle. Böyle olmasa, dövüş sanatlarıyla profesyonelce ilgilenen üç tane dallama bir işitme engelliyi minibüste öldüresiye dövemezdi. Akli dengesi yerinde olmayan birisi, saatlerce dövülüp bıçaklanamazdı. Çocuğuyla fotoğrafını paylaşan yürüme engelli bir vatandaşa, “Sakat haline bakmadan utanmadan çocuk mu yaptın amk malı” gibi iğrenç bir yorum yazılamazdı. Örneklerin milyonda birini yazmaya kalksam, bin sayfayı geçeceğinden eminim. Peki ne yapmalı?

 

Çözümsüz olduğumuzu düşünmüyorum. Umudum, mutsuzluğumdan da büyük. Birbirimize kenetlenmeyi yeniden öğrenmemiz gerekiyor belki de. Yeniden hayata dokunmayı. Sokakta kedi tekmeleyen bir çocuk gördüğümüzde, onun elinden tutup kediyi sevdirmeyi denemeliyiz. Eminim ki sevginin tadını alan bir çocuk büyüdüğünde kötü bir insan olmaz. Geleceğin iyi mi kötü mü olacağını belirleyen çocuklar olacaktır. Çocuklara yönelik projeler yapmalı. Onlara kitap okumayı, kaliteli müzik dinlemeyi, sanat dallarını sevdirmeliyiz. O ‘öcü’ gibi gördüğümüz mültecilere bir merhaba demeliyiz belki. Bir engelli gördüğünde önyargısını çıkarmış olan insanlar, belki de o önyargılarını bir daha giymez, ne dersiniz?

 

2 Temmuz Madımak vahşetinde canımızdan koparılan Muhlis Akarsu ne diyordu? “Ar içinde zor içinde ayırma bizi kendinden.” Biz birbirimizi farklılıklarımıza göre ayırmamayı öğrendiğimizde atacağız belki mutlu yaşamın temellerini. Bir yaz şarkısı olmasa da, umutlu bir şarkıyla bu ayki yazımı sonlandırmak istiyorum. Şimdi Hüsnü Arkan’ın o kadife sesine kulak verelim. “Yeniden başlamalı: yeniden anlamalı, yeniden dinlemeli o yitik türküleri.”

 

Yaz şarkısı niyetine de, Yeni Türkü bizlere umudun müjdesini versin: “Ne geçmiş tükendi ne yarınlar, hayat yeniler bizleri.”

 

Neyse, bir türlü gitmek bilemedim. O zaman canım Ahmet Arif’in affına sığınarak veda edeyim. “Gözlerinizden gözlerinizden öperim. Bir umudum sizde anlıyor musunuz?”


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.