Toplam Okunma 0

Çocukluk hayalimdir sabah kalkıp ellerim cebimde, kafam rahat huzur içinde yürüyüp her gün aynı saatte aynı yere gelen basamaksız otobüse binip işime gücüme gitmek. Bu hayali zihnimde İngiltere temsil eder: güneşsiz hafif karanlığı, koyu renklerin hâkim olduğu mimarisi, siyah/lacivert asfaltın üzerinde kalın beyaz çizgili sokakları, alçak kaldırımları, sesli trafik lambaları, trafik kurallarına uyan bir halk… Hala da günde en az bir kere olmak üzere bu hayali kurarım fakat fark ettim ki Londra’yı hayal ederken aslında İstanbul’u düşlüyormuşum. Yani Londra sokakları Kadıköy’e çıkarıyor beni… Bunu ilk fark ettiğimde “Ben gitmeyeceğim, erişilebilirlik benim sokağıma gelecek.” diye düşünmüştüm fakat bir parça deneyim kafamı oldukça karıştırdı.

Bağımsız hareketim yeni olduğundan bazı şeylerin farkına bugünlerde vardım. Mesela ağaç dallarına çarpmak günlük rutinin bir parçasıymış, lafı bile olmazmış her yürüyüşte burkulan ayakların… Önceden girerdim arkadaşlarımın koluna engellerden çeke çeke götürürlerdi beni, bulutların üzerinde gezmek gibiydi. Ben İstanbul’u Orhan Veli’den dinlediğim kadarıyla bilirdim fakat şimdi anlıyorum romantik yerler olmadığını iskelelerin, iskeleler tehlikeli yerlerdir, oraya gitmek için kocaman caddelerden geçip yüksekliği ve düzeni sürekli değişen basamaklardan inmek gerekirmiş. Bir de gören insanların görebildiğini yeni öğrendim. Şöyle ki gören kişiler yürürken bir yeri bilip bilmemek, basamak sayısı, yolun bozukluğu vs. onlar için sorun olmuyormuş. Arkadaşlarımla merdivenli Bebek yokuşunu inerken fark ettim bunu, sohbet edebiliyor, fotoğraf çekiyor ve hızlı yürüyorlardı. Bir arkadaşımla ben de arkada ölmemeye çalışıyorduk, yol tasarımı o kadar hoştu ki dilimize güzel ifadeler kazandırmak zorunda kaldı arkadaşım: basamakımsı, basamaklı kaldırım, çiftli basamak… Acaba diyorum bu sokakları tasarlayan insanlar düzensizliği normal sandıkları için mi evrensel tasarım ilkelerine asla uyamıyor şehirlerimiz? Peki ya sesli ışık “Şimdi karşıya geçebilirsiniz.” uyarısını verdiği halde akmaya devam eden trafik nasıl açıklanır? Arkadaşımla bana çarpmaya yemin etmiş taksiciye karşı kaldırımdaki kızların tepki göstermesi sonucu küfür etmeye başlayan taksici kimin, neyin eseri oluyor? Kaldırımdaki inşaat yüzünden düşmek neden?

İnsanın sabrını zorlayan bu fiziksel şartlara bir de toplumsal tutum eklenince tablomuz tamamlanıyor. Az gören bir arkadaşımla, Aybüke, İstanbul Oyuncak Müzesi’ne gitmeye karar verdik. Nasıl gideceğimizi, hangi toplu taşıma araçlarını kullanacağımızı, durak sayılarını öğrenip yola çıktık. Belli bir noktaya kadar her yeri biliyorduk, sıcak börek yiyerek keyifle yola devam ederken sıra metrobüse aktarma yapmaya geldi. Yardım istediğimiz güvenlik görevlisi Aybüke’yi montundan tutup çekerken arkalarından koşmak zorunda kaldım. Metrobüste tabii ki de sesli anons yoktu, geldiğimiz durakları insanlara soruyorduk fakat asla ilk soruşta cevap alamıyorduk. Metrobüsten sonra sıra otobüse geldi, en eğlenceli kısım… Düzenli olarak kullanmadığım otobüs hatlarından zaten nefret ederim. Gören insan kalabalığına gelen otobüsleri sorduk fakat yine beni sinir eden sessizlik duvarıyla karşılaştık. Şoföre sorarak otobüse bindik ve şenlik başladı. Şoför önce “Arkadaşlara yer verir misiniz?” gibi bir şey söyledi, gerek olmadığını söylemeye çalıştım. Kimseden ses çıkmayınca şoför “Bakın onlar dünyayı görmüyor, biz görüyoruz. Yer verelim” dedi. Yolcular arasında da bir homurdanma başladı “İnsanlık ölmüş, engelliye saygı kalmamış…”, bir amca kahraman bir edayla bize yer verdi, yanındaki kızı da toplum zorla kaldırdı. Birkaç durak sonra “Ben mağdurum, ayakta duramam” diye bağıran bir amca otobüse bindi. Utandım, neyden utandığımı tam olarak anlayamadım ama çok utandım…  Sesli anons yine sorunluydu, durakları telefondan takip ederek indik. Yürümemiz gereken yönü insanlara sorduğumuzda duraktaki bir kadın “Siz neden insanlara soruyorsunuz, navigasyondan baksanıza, böyle güvenli değil” dedi. Navigasyonda hata payı olduğunu, yürürken navigasyonu takip etmenin zor geldiğini ifade etmeye çalışıp gittik. Geri dönüş yoluna kadar her şey normale yakın seyretti. Marmaray’a aktarma yaparken güvenlik görevlisi kadın günün finalini yaptı. Arkadaşıma dönüp “Sen neden baston kullanıyorsun?” diye sordu. Büyük ihtimalle içinden sana ne diye geçirdiği halde “Az görüyorum.” dedi Aybüke. Sonra kadın bana döndü “Ya saçların çok güzel… Dokunabilir miyim?” dedi. Taciz? Saçı güzel olan sayısız insan var, bu soruyu sıradan gözüken ve elinde baston bulunmayan birine yöneltmeye cesaret edebilir miydi? Diyelim ki etti, karşı taraf tepki gösterdiğinde kimse bunu garipsemezdi. Fakat ben tepki gösterecek olursam “tuhaf ve kompleksli” olacaktım. Beynim ve yüreğim kendilerini çoktan kapatmıştı, “Tamam” dedim “Dokunabilirsiniz”.

Ne yazık ki bu şikâyetleri dile getirdiğimizde insanlar dış dünyaya sinirlenmek yerine bana ve arkadaşlarıma acıyorlar. Onlara göre tek sorun bizim körlüğümüz. Elimizden geldiğince “Gerçekten derdimiz görmek değil, sadece eşit yaşamak istiyoruz.” Dedikçe daha çok acıyorlar, onlara göre görememenin acısını bu şekilde dindirmeye çalışıyoruz yazık. Bir de “İnsanlara değişik geliyorsunuz ne yapsınlar, onlar için de zor bir durum.” diyerek topluma hak verenler var ki çıldırıyorum. Tüm hayatımız birileri tarafından gözetlenerek geçiyor. En büyük hayalim herhangi bir insanın, herhangi bir gün, herhangi bir yerde yaptığı gibi kalabalığın içinde öylesine biri olarak kafam rahat ve mahremiyetim korunmuş bir şekilde dolaşmak.

Peki, İstanbul, kim kimi alır dersin? Bence ben giderim, Londra’da ellerim cebimde yürürken seni özlerim…


Sesli Dinle

Yorumlar

Bu yazı için henüz yorum yok.