Bir önceki yazımda, duyu organlarımızı aslında hayatı algılamak için kullandığımız birer araç olarak tanımlamıştım. Duyu organlarımız, farklı fonksiyonları olan, dış dünyayı algılamamız için bize verilen ve farklı görevleri olan yapılardır. Asla yaşam için asıl değiller, araçlardır. Yine önceki yazıma ithafın, insan yaşantısı ruh ve beden olarak iki temel yapıdan hasıl olmaktadır.
İnsan ruh âleminde birçok şeyi yaşar, idrak eder, hisseder. Bu yaşantıların toplu adı duygulardır. Duyguların somut yansıması deyince beden devreye girer. Beden, insanın dünya üzerindeki cisim halidir. İşte göz, kulak, burun, el, ayak bu cisim üzerinde birer parçadır. Şimdi bu organların hepsine tam ve eksiksiz sahip olan birileri, kedi uzanamadığı ciğere “mundar” dermiş, hesabıyla “Sende hepsi yok, o yüzden duyu organlarımızı çöpe attın.” diye aklından geçirebilir. Ama benim amacım tabii ki olan şeylerin değerini küçültmek değil, sadece onların birer araç olduğunu unutup sanki olmazlarsa, insan denilen o koca yapıyı çöpe atanlara bir hatırlatmada bulunmaktır.
İhtiyaçlarımızın farklı araçlarla karşılanmasına günlük hayattan bir örnek verelim. Düşünün ki çok susamışsınız ve su içmek istiyorsunuz; ama bir türlü bardak. Bulamıyorsunuz. Bardakların hepsi çok kirli ve yıkamak istemiyorsunuz o sırada elinize ya da gözünüze bir kâse ilişti ve suyu kâse ile içmeye karar verdiniz. Sonuç olarak öncelikle susuzluğunuzu gidermiş oldunuz. Bu ihtiyacın karşılanmasında suyu bardakla veya kâseyle içmenin arasında bir fark yoktur. Hatta kâseyle içmek o sırada bardaktan daha çok su aldığı için ve size otantik bir ortam yaşattığı için daha keyifli gelebilir. İşte bunun gibi gözle yapılmasına alışılmış bir şeyin el, kulak vb. ile yapılması akla gelmeyen faydalar doğurabilir. Hemen size kendi yaşantımdan küçücük bir örnek vereyim. Bir akşam iş çıkışı bir arkadaşımla birlikte servisteyiz. O da kitap okuyor, ben de. O görüyor ve kitabı görerek okuyor, ben görme engelliyim ve sesli kitap dinliyorum. Bir süre sonra ikimiz de okumayı bıraktık. Ona, kaç sayfa okudun, diye sordum. Aynı zaman diliminde o on sayfa okumuş, ben otuz sayfa okumuşum. Aynı şekilde ortaya çıkan bu zaman farkını bir mail okurken de farklı bir gören arkadaşımla da yaşamıştım.
Bu yazımın amacı; körleri görenlerle karşılaştırmak, “bakın görmeyenler şu işleri daha iyi yapar, görenlere göre daha başarılılardır” falan gibi sonuçlarla insanları ikna etmek filan değil. Zaten tarihten bu güne kadar bunun sayısız örnekleri olmuş ve birilerini ikna etmek için hep bu yöntem kullanılmış. Gözleri olmadan resim yapan Sayın Eşref Armağan; En güzel bestelerini duymadan yapan Beethoven; hem duymayan ve hem görmeyen Helen Keller vb. bu örneklerin başlıcalarıdır. Zaten anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az diye boşuna söylememişler.
Benim anlayamadığım, alternatif düşüncelerin, alternatif yaşamların, alternatif fikirlerin, alternatif projelerin bu kadar revaçta olduğu günümüzde, alternatif olan her şey bu kadar desteklenir ve teşvik edilirken, nasıl oluyor da İŞKUR Türk Meslekler Sözlüğü gibi önemli bir çalışmanın içinde bazı mesleklerin gerektirdiği özellikler kısmında, bedensel engeli bulunmaması gerekir, gibi açıklamalara yer veriyor. İŞKUR, söz konusu sözlüğü hazırlarken, birçok alandan geniş bir uzman kadro ile bu çalışmayı yürüttüğünü ifade ediyor. Acaba bu uzman kadro içinde, engellilerle ilgili kesin hükümler verilirken herhangi bir engelli uzman ya da engelli olup da yapılamayan işleri yapan kişilerin varlığından haberi olan uzmanlar yok muydu? Ülkemizdeki istihdamı geliştirmek ve işsizliği önlemek gibi önemli görevleri bulunan bu kurumun hazırlamış olduğu kaynak niteliğindeki bu sözlüğün, engelliler açısından iş hayata katılımlarında, işverenlerin gözündeki olumsuz ön yargıyı besleyeceğini ve birçok açıdan istihdam ve sosyal hayata engellilerin katılımlarına ket vuracağına inanıyorum. Bundan dolayı bu çalışmayı şiddetle kınıyorum ve yetkililerden, falanca iş için herhangi bir bedensel engeli olmaması gerekir, ifadelerinin acilen çıkarılmasını talep ediyorum.