Toplam Okunma 0

Eğer siz bir romandaki onca hadiseyi, yalnızca bir adamın sakat oluşu temeline dayandırırsanız; ben de o temeli çekip alırım.

 

***

 

Sağlamcılığın, sözde entelektüel çevrelerde dahi, nasıl kanıksandığının ve pekiştirildiğinin ibretlik bir örneğini sunacağım bu ay.

Nü Peride, ödüllü bir roman. Yazarı Hakan Akdoğan. Kitapta biri tarihte, biriyse şimdiki zamanda geçen iki paralel öykü anlatılıyor. Romanın günümüzdeki baş kahramanı, bir kaza sonrasında yaşamına tekerlekli sandalyesiyle devam eden Necati. Baş roldeki bu sakat karakter bağlamında analiz edeceğim bu romanı.  

Necati’nin tekerlekli sandalyesi var ama roman boyunca evden dışarı çıktığına rastlanmıyor. Kitapta açıkça böyle bir şey söylenmese de zaten dışarı çıkmasının mümkün olmadığı gibi bir düşünce alt metin düzeyinde sezdiriliyor. Kitapta, bir insanın hiç evden çıkmaması, büyük acılar içinde olması ve zihinsel takıntılarının olması için yalnızca tekerlekli sandalyede olması yeterli görülmüş. Başka herhangi bir etmene veya ek kurguya hiçbir şekilde gerek duyulmamış.

Romanın henüz başında Necati; kendisinden, duygularından ve düşüncelerinden bahsediyor. Öyle bir anlatım ki, tekerlekli sandalyedeki bir adamın ne kadar da acınası bir durumda olduğu, vıcık vıcık bir duygusallıkla ve rahatsız edici bir trajedi havasıyla sunuluyor. Roman boyunca kim bilir kaç kez Necati’den, “Tutmayan bacaklarımla…” ifadesini duyuyoruz. Romanı metin düzeyinde tarayıp bakmak lazım acaba bu ifade kaç kez geçiyor diye. Neyse, başlangıç olarak elimizde başına dünyanın belki de en kötü şeyi gelmiş olan, acılar içinde, yarım, eksik, çaresiz, talihsiz, ruhsal olarak da büyük zorlantılar içinde ezik bir adam var. Bende oluşturduğu izlenim bu yönde ama kitaptaki anlatım tamamen acıma uyandırmaya yönelik. Yani karşımızda kendisinin anlatımıyla zavallı bir karakter var ve bu zavallılığın tek nedeni de tekerlekli sandalyede olması. Okuyanların çoğunun bu adamın durumunu çok üzücü bulacağından ve bu üzüntünün de yalnızca ve doğrudan tekerlekli sandalyede olmakla ilişkilendirileceğinden ne yazık ki eminim.

Bir sanat eserinin en önemli amaçlarından biri de alımlayıcısında duygu uyandırmaktır. Bu duyguyu oluşturmak için de koy adamı tekerlekli sandalyeye; oldu, bitti. Dram, sakatlığın doğal bir sonucu olarak kendiliğinden belirir zaten. Başka bir kurguya gerek yok. Acıma veya üzüntü duygusunu uyandırmak için yazarın seçtiği aracı ben son derece zayıf ve derinliksiz bulsam da çoğunluk üzerinde başarılı olma olasılığı yüksek. Tabii biz, engelli birini görünce gözyaşlarına boğulan kişiler olmadığımızdan, benim üzerimde pek bir etki yaratmadı, itici gelmek dışında. Yazarın toplumun engelliliği acınası bir şey olarak algılayıp algılamamasıyla ilgili herhangi bir düşüncesi veya kaygısı olduğunu sanmıyorum. Yazarın, “acınası engelli” algısını yıkmak gibi bir görevi yoksa da bu algıyı pekiştirmesini de hoş karşılamıyorum, yine de konumuz yazar değil, romandaki karakter.

Necati’yle devam edelim. Bu adamı belli aralıklarla bir kadın ziyaret ediyor. Necati bu kadına aşık ancak kadının sevgilisi var, Necati de bunu biliyor. Kadının Necati’ye karşı olan duygu ve düşüncelerinin ne olduğu tam olarak belli olmamakla birlikte bunun daha çok acıma olduğu ara ara belirtiliyor. Necati, bu kadınla ilgili durumda da büyük acılar çekiyor, onu kıskanıyor, kendisini yetersiz görüyor. Kadınla ilgili anlatımlarında sık sık “tutmayan bacaklarımla, olmayan erkekliğimle, o şimdi sağlam bir erkekle birlikte…” gibi ifadeler geçiyor.

Bu arada romandaki tarihsel paralel öyküde de; bir kişi hastalık sebebiyle, bir kişi de yanıklar sebebiyle yüzlerinde oluşan lekelerden dolayı insan içine çıkmıyor ve kendilerini bir yere kapatıyorlar. Romanın farklı öyküler ve karakterler arasındaki benzerlikler bakımından çok iyi tasarlanmış olduğunu söylemeliyim.

Yine Necati’ye dönersek; romanın sonuna doğru anlıyoruz ki, sakatlığından dolayı aşkına karşılık bulamadığını düşünüyor ve buna bağlı olarak da hem kadına hem kadının sevgilisine karşı nefret ve intikam duyguları besliyor. Her ikisine de uygulamak üzere, işkence ve sakatlamayla başlayıp belki de ölümle sonuçlanacak olan intikam planları yapıyor. Son anda adama uygulamaktan vaz geçiyor ama kadına işkence ediyor. Necati tutuklandığında kadının ölmüş olduğunu sanıyor ancak mahkeme salonunda kadını tekerlekli sandalyede ve yanında sevgilisiyle görüyor. Kadının tekerlekli sandalyede oluşunu, “İşte şimdi eşitlendik.” diyerek sevinçle karşılıyor, hemen ardından da, “Keşke ben hiç sakatlanmasaydım, o zaman da eşit olurduk.” diyerek bir kez daha sağlamcılığını vurguluyor. Şimdi yanında olsa bile sevgilisinin tekerlekli sandalyedeki kadını mutlaka terk edeceğini, kadının büyük acılar çekeceğini ve sonra da kendisine geleceğini düşünüyor.

Genel değerlendirmeme geçmeden önce sonunu da söyleyeyim, o kadar anlattım. Necati yine acılar içinde bir pencerenin önünde kadını beklerken kitap sona eriyor. Bu son bölüm de aynı baştaki gibi son derece ajite. Necati, pencereden kardan adam yapan çocukları izliyor, kendisini kardan adama benzetiyor, sokakta koşup oynayan çocukları kıskanıyor. Bu hüzün seremonisi, tekerlekli sandalyedeki kişinin evden çıkamayacağı, yaşamı hep pencerenin ardından izleyeceği gibi gerçek dışı bir temele dayandırılıyor. Oysa, günümüzde sakatların dilencilik yapmak ve kendilerini eve kapatmak dışında da seçenekleri var. Bu basit gerçeği yok sayarak bir kurgu oluşturma çabasını da vizyonsuzluk olarak açıklayabilirim. Üstelik kahramanımız Necati, özel ilgi alanları ve entelektüel becerileri olan birisi. Hal böyle olunca; son sahnede yaratılmaya çalışılan keder havası, beni yalnızca irrite ediyor ve yüzümü buruşturmama sebep oluyor.   

Tüm bu olup bitenlere şöyle bir uzaktan baktığımda, beni dehşete düşüren çok daha tehlikeli bir kompozisyonu fark ediyorum. En başta acılar içindeki bir zavallı olarak karşımıza çıkan adamın, sonradan bir psikopata dönüşmesi ve bu her iki durum için de tek sebebin sakatlığı olması. Hikayenin başında acımamız beklenen adamdan, hikayenin sonunda nefret etmemiz, adamın nasıl bir psikopat olduğunu anladıktan sonra adamın o kendini acındıran hallerinin de daha bir itici ve tehlikeli gelmeye başlaması. Acıma ve nefret etme hislerinin birbirine bu denli yakın oluşuna da güzel bir örnek olmuş.

Ayrıca; fiziksel sakatlığı bulunan bir bireyin, ruh sağlığının da yerinde olamayacağı sanrısını da ölesiye besliyor, zira karakterin içinde bulunduğu hale sakatlığı dışında etki etmiş olabilecek hiçbir sebepten bahsedilmiyor. Buradan hareketle, engelli kişilerin çok mutsuz oldukları, buna bağlı olarak ruhsal dengelerinin yerinde olmadığı ve buna da bağlı olarak, tehlikeli olabilecekleri sonucu da çıkıyor. Anlatılan öykünün genel çizgisine baktığımızda, gördüğümüz ana olay şu: Bir kadın, sakat bir adama acıdığı için onunla arkadaşlık ediyor, adam ona aşık oluyor ve aşkına karşılık alamayınca da hem işkence ediyor hem de onun da sakat olmasını sağlıyor. Ne ders çıkarılır buradan? Sakat kişiler sorunludur ve fazla da yaklaşmamalıdır. Uzaktan acımakla yetinilmelidir, yine yardım edilecek bir şey varsa belli bir ilişki ve etkileşim sınırını aşmadan yardım edilmelidir.

Bu söylediklerimin abartılı çıkarımlar olduğunu düşünmeyi çok isterdim ama o zaman, engellilikle ilgili bir konuyla karşılaşıldığında gözleri dolmayanın alnından vurulduğu toplumumuzda, çocuğunun okulunda engelli çocuk istemeyen velileri nasıl açıklarız?

Romanın yazarı, bu toplumun bir ürünü ve toplumun düşünce kalıplarını taşıyan sıradan bir birey olduğu için mevcut durumun resmini mükemmelen çekmiş. Bu yönüyle çok başarılı ve verimli bir anlatı olmuş. Yazarın, toplumdaki hatalı sakat algısını beslemeyi özellikle amaçlamadığından eminim. Yazarken, burada ele alınan konularla ilgili herhangi bir kaygı taşıdığını da, böyle bir gündemi olduğunu da sanmıyorum. Ve son olarak; yazarın, eseri böylesine aktif bir okumayla analiz edildiği için çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Ne de olsa yorumlanmamış bir yazı, yok sayılmış demektir. Keşke benim anlattıklarım üzerine de böyle detaylı yorumlar yapılsa. Sahi, siz bu kurgu hakkında ne düşünüyorsunuz?


Sesli Dinle

Yorumlar

Toplumun bir kesiminde sakattan zarar gelmez anlayışı var. Çünkü görülmeyeniz biz. Önceki yıllar görülmek istenmeyen, bu vakitlerde ise fark edilmeyenleriz. Onlar bizi fark etsin diye cayır cayır sunumlar yapıyoruz,,,kendilerine göre üstün olduklarını düşünen kişilere. AVM'lere girerken dahi aranmayız. Biz meleğiz.

Bir sakat, engelli, özürlü ya da daha eskilere gidersek ' İşe yaramaz' olarak,,, sevebilirim, üzülebilirim, nefret edebilirim, çalışabilirim, kazanabilirim, üretebilirim, yerim içerim,,,,çünkü ben insanım. Birisini terk edebilirim, üzebilirim, nefret uyandırabilirim, tembel olabilirim, har vurup harman savurabilirim, zarar verebilirim. Çünkü ben insanım. 

Engel benim önümde gider. Bense geriden onu geçmeye çalışırım. Ama izin verilmez çoğu kez. Ben başarmaya çalıştıkça, 'Engeline rağmen' başardı denilerek, değersizleştirilirim. Engelim benden daha değerli olur.  

Kendi adıma konuşayım. Benim mücadelem engelimi geçmek. Geçmeye çalışanlara destek olmak. Sorun kişide değil, toplumda olduğunu anlatmak.

Elinize sağlık. Bunları bana yazdırdınız Meral hanım.

Yazılarınızı sevkle okuyorum.